10 Aralık 2012 Pazartesi

Türk-Amerikan İlişkileri ve Türkiye'nin Ödediği Bedel


Türkiye ve ABD’nin yakın müttefik olduğu dönemleri dikkatle incelediğimizde, ABD desteğinden yararlanmak amacıyla Türkiye’nin pek çok kez zarar gördüğü ve bazı dezavantajlar yaşadığı anlaşılacaktır. Türkiye’nin ABD ile yakın ilişkilerinden kaynaklanmış olan bu zarar ve dezavantajları açıklamak üzere şu somut örnekler verilebilir:
İlk olarak, Türkiye ABD’nin politikaları gereği Orta Doğu Arap devletlerinden uzaklaşmış, ABD ve Batı ile ilişkilerini yoğunlaştırırken Arap karşıtı politikalar geliştirmiştir. Bu nedenle, bu durum hem Arap’ların Türkiye’ye karşı besledikleri nefreti artırmış, hem de Orta Doğu devletlerinin, Türkiye’nin şiddetle ihtiyaç duyduğu zamanlarda faydalanabileceği siyasal ve ekonomik desteği çekmelerine yol açmıştır. İkinci olarak, zaman zaman Türk yetkililer, Türkiye’nin ABD’ye bağımlı oluşunun ve bu devlete yönelik aşırı müsamahakar tutumunun iç politikada yol açtığı karmaşayı çözmek zorunda kalmışlardır. 1960’ların sonunda beliren ve 1970’lerde şiddetlenen Anti-Amerikancılık, Türkiye’de sağcı ve solcu kesimi kışkırtan ve iç politik düzeni istikrarsızlaştıran unsurlardan biri olmuştur. Üçüncü olarak, Türkiye, güvenlik ve ekonomik ihtiyaçlarını abartarak ve Mustafa Kemal Atatürk’ün Batılılaşma ve ekonomik gelişmeyle ilgili hedeflerini yanlış anlamlandırarak bu ilişkileri bağımlılığa dönüştürmüştür. ABD’ye olan bu bağımlılık, Türkiye’yi, coğrafi olarak yer aldığı bölgelere ilişkin özgün dış politika stratejileri geliştirmekten, çok yönlü dış politika modeli benimsemekten ve dış politika gündemini çeşitlendirmekten alıkoymuştur. Bu durum, aynı zamanda Türkiye’nin uluslararası siyasal arenada yalnız kalması sonucunu da doğurmuştur. Türkiye, özellikle ABD’yle ilişkilerinin bozulduğu zamanlarda başka devletlerin siyasal ve ekonomik desteğine ihtiyaç duymuş, ancak umduğunu bulamamıştır. Dördüncü olarak, II. Dünya Savaşı’ndan sonra sadece ABD’yle işbirliğinde ısrarlı oluşu, ABD’nin büyük askeri ve ekonomik gücü karşısında kendi ekonomik ve askeri gücünü geliştirme hususunda Türkiye’yi aciz bırakmıştır. Bu nedenle Türkiye, bölgedeki devletlerle işbirliği geliştirememiş ve bölgesel bir güç olma fırsatını kaçırmıştır. Beşinci olarak, Türkiye, ikinci Irak Harekatı başlamadan önce Kuzey Irak konusunda “kırmızı çizgileri’nin olduğunu açıklamış ve bir Kürt devleti oldu bittisine karşı bu kırmızı çizgilerin aşılmaması gerektiğini duyurmuştu. TBMM’de 1 Mart Tezkeresi’nin reddinden sonra Türkiye beklenen desteği ABD’ye vermeyince, bu karar Kürt gruplarınca bölgede nüfuz sağlama amacıyla kullanıldı. Böylece Kürt gruplar için Irak bir cephe haline geldi ve Kürtler bölgedeki Türkmenlere karşı da şiddetli baskı uygulamaya başladılar. Sonuçta Türkiye Kuzey Irak politikası çerçevesinde attığı adımların karşısında her seferinde ABD ile Kürtleri buldu ve Türkiye Irak’ın yeniden oluşumunda devre dışı bırakılmaya çalışılınca, Türkiye ve Kürt gruplar arasında adeta bir soğuk savaş yaşanmaya başladı. Daha da ötesi Türkiye’nin kırmızı çizgilerini ilan etmesine rağmen bir Federe Kürt Devleti kurulması için yapılan girişimler Kürtlerin lehine sonuçlandı. Yeni Irak yönetiminin oluşturulması ve Federe Kürt Devletinin kurulması sürecinde ABD’nin Türkiye’ye söz hakkı tanımaması, bir bakıma 1 Mart Tezkeresi sonrası yaşanan hayal kırıklığı nedeniyle Türkiye’yi “cezalandırma” olarak nitelendirilebilir. 2003 Irak Harekatı sonrasında Irak, geçmişte Saddam rejimi döneminde yarattığı tehdidin aksine zayıflığından kaynaklanan bir tehdit unsuru haline geldi. Türkiye’nin ABD ile yakın ilişkilerinden kaynaklanmış olan zarar ve dezavantajlara son bir örnek olarak, Arap Baharı sonrasında Suriye özelinde yaşanan gelişmeler verilebilir. Amerikan yönetiminin Suriye’nin geleceğine ilişkin plan ve uygulamalarına Türk dışişleri o denli yoğun bir destek vermektedir ki “Esad”lı ya da “Esad”sız bir Suriye her hal ve şart altında Türkiye için hem Orta Doğu genelinde hem de Suriye ve İran özelinde büyük sorun yaratacaktır.  
Türkiye’nin maruz kaldığı tüm bu dezavantajlara rağmen Türk dış politikası, ’kahvenizi sütlü mü alırdınız sütsüz mü?’ gibi, Türkiye’nin dış politikası ABD’li mi olacak ABD’siz mi?’ şeklinde ele alınamayacak bir kıvama gelmiştir. Türk dış politikasının parametreleri öyledir ki kader sanki Türkiye’yi kahveyi hep sütlü içmeye zorunlu kılmıştır, özellikle de Avrupalı dostlarımızın bilinen stratejik tuhaflıkları, Orta Doğu’nun çözülemez karmaşası ve Rusya’nın gelecekteki belirsizlikleri söz konusu olduğunda.

1 Aralık 2012 Cumartesi

Filistin Devlet Oldu, Peki Ya Sonrası...


Gamze Güngörmüş Kona
Filistin Devlet Oldu, Peki Ya Sonrası…
Filistin'in Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu'nda 138 ülkenin oyuyla "üye olmayan gözlemci devlet" statüsüyle tanınmasının hemen ardından özellikle Türkiye’deki müslüman kalem erbabları geç gelen ancak tam Bayram sayılabilecek mi henüz net bilinmeyen başarıyı kutlamaya başladılar. Tahminim 40 gün 40 gece sürecektir. Kişisel olarak ben de ziyadesiyle sevindim. Sevinme gerekçelerimiz ve sevinçlerimizin yar olması gereken mecralar farklı da olsa ortak bir noktada buluşmuş olabilmemiz aynen Filistin’in “üye olmayan gözlemci devlet” olarak tanınması denli ümit vericidir.
Yazı kapsamında Filistin’in BM Genel Kurulu’nda devlet olarak tanınmasının duygusallıktan ve ideolojiden uzak bir biçimde, uluslararası ilişkiler bağlamında ne ifade ettiğini açıklamaya çalışacağım :
Filistin’in devlet olarak tanınmasının BM bağlamında ifadesi:
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından düzen kuruculuğa soyunan ve bu düzeni de uluslararası barış ve adalet ilkesi üzerine yapılandırmak yerine kendi ulusal ve bölgesel menfaatleri üzerine inşaa eden büyükler BM gibi bir büyük uluslararası örgütü de yine kendi çıkarları için kullanmayı ihmal etmemişlerdir. Genel Kurul’da ezici çoğunlukla kabul eden bir kararın “sistem düzenleyici büyüklerder”den oluşan Güvenlik Konseyi’nde bir oyla dahihi red edilmesi, BM nezdinde adalet mekanizmasının ne denle sorgulanabilir olduğunun net bir ifadesi olagelmiştir.
Filistin’in devlet olarak tanınmasının Türkiye bağlamında ifadesi:
Türkiye Mavi Marmara ardından İsrail devletiyle ilişkilerini tümüyle kopardıktan sonra Filistin meselesine daha bir ağırlık vermiştir. Filistin sorunu kapsamında hem BM hem de ABD nezdinde Filistin davası yanında, İsrail mezalimi karşısında olduğunu somutlaştıran resmi hamleler gerçekleştirmiştir. BM Genel Kurulu’nda Türkiye’yi temsilen yapılan Filistin destek konuşması, Genel Kurul’daki oylama ardından Başbakan’ın ve Dışişleri Bakanı’nın Filistin’i ilk kutlayan olmaları Türk devletinin bu davayı kendi ulusal davası olarak değerlendirdiinin net ifadesi olmuştur. Filistin lehine ve İsrail aleyhine hiçbir çabayı esirgemeyen Türkiye’nin Filistin’in devlet olarak tanınmasının ardından sorumluluğu bir kat daha artmıştır. Tahminlerim beni yanıltmayacak ise Filistin Türkiye için ikinci bir Kıbrıs olacaktır. Bu gelişme; Türkiye’nin Orta Doğu’da güçlenmesini sağlayacağı ölçüde ciddi sorunlara da gebe bırakacaktır, hazırlıklı olmakta fayda var.
Filistin’in devlet olarak tanınmasının Orta Doğu bağlamında ifadesi:
İsrail aleyhine çıkan bu karar artık Orta Doğu’da İsrail’in en azından Filistin meselesi kapsamında istediği gibi davranamayacağını işaret etmiştir. İlk etapta Filistin meselesi karşısında kendisine bir parça da olsa çekidüzen vermek zorunda kalacak olan İsrail daha sonraki aşamalarda Orta Doğu denkleminde baş “düzen kurucu” olma özelliğini zaman içinde yitirmeye başlayacaktır. Tabii bunlar temenni, bu temenninin gerçekleşebilmesi iki temel unsura dayanmaktadır: Öncelikle Obama’nın aynen seçim öncesi söylemlerini devam ettirmesi gerekmektedir. Yani, seçimlerden önce İsrail’in saldırılarını durdurması gerektiğini, 1967 işgalinden önceki sınırlarına çekilmesi gerektiğini, Kudüs’ün hem İsrail hem de Filistin’in ortak başkenti olması gerektiğini ve İsrail’in yeni yerleşim yerleri oluşturmaması gerektiğini ifade eden ve tam da bu nedenle Netenyahu’nun Romney’i desteklemesine neden olan Obama’nın tavizsiz bir biçimde bu tavrını sürdürmesi olmazsa olmaz’dır. İkinci olarak ise Erdoğan hükümetinin İsrail tavrını sürdürmesi ve bu konuda istikrarlı olması gerekmektedir. Diğer bir deyişle, İsrail politikası bir iç politik girdi ya da bir uluslararası girdi neticesinde dönemsel davranış değiştirmemelidir.  
Filistin’in devlet olarak tanınmasının ABD bağlamında ifadesi:
Görünen o ki ABD yapmış olduğu son Orta Doğu düzenlemeleri çerçevesinde yakın gelecekte Orta Doğu’ya daha fazla mesai harcamak zorunda kalacaktır. Son bir yıl içinde Orta Doğu ve Orta Doğu bölgesini etkileme kapasitesine sahip diğer yakın bölgelerde beliren sancılı rejim değişiklikleri ve Suriye meselesi ABD’nin bu iki meseleye daha fazla konsantre olmasını gerektirmektedir. Bu nedenle, Orta Doğu genelinde ABD için bir ek sorun daha çıkmamalı hatta mevcut bölgesel sorunlar bir şekilde çözüme ulaştırılmalıdır. ABD, İsrail-Filistin sorununa da bu gözle bakmaktadır. İsrail’in dizginlenmesi, Filistin’in nefes almaya başlaması, bu sorun bağlamında yeni güç dengesinin kurulması ABD’nin işine yaramaktadır. İsrail şımarık çocuk olmaya devam ettiği sürece sorun büyüyecek ve ABD’nin Suriye’ye ayırması gereken zamanı çalar hale gelecektir. Oysa, şimdilerde ABD’nin yeni bir oyuncağı vardır, Suriye. O’nu maymunu yapabilmek için yeni ittifaklar, güç dengeleri ve şımartılması gerekenler vardır. İsrail nasıl olsa yeterince şımartılmıştır.
Tüm bunlar birer olası gelecek görüntüsü. Her olumlu ya da olumsuz gelecek ortamına hazır olmayı başarmak ise öngörü sahibi, dış politika yapım sürecinde strateji modelleme ve senaryo planlama gibi iki unsura kıymet veren akıllı dış poitika yapıcılarının hüneri olacaktır. 

26 Kasım 2012 Pazartesi

Türk Kadınlar Birliği Paneli ve Zihnimde Kalanlar


23 Kasim'da Öğretmenler Günü vesilesiyle bir konuşma yapmak üzere kurumsal kimliğine ve sosyal hedeflerine içtenlikle saygı duyduğum Türk Kadınlar Birliği'nin Kadıkoy Şubesi tarafından davet edildim. Beğenilmek, tercih edilmek fevkalade güzel ve özeldir. Ancak, ben yine kimseleri memnun edemedim, yine hiç bir yere ait olamadım, yine işitilmek isteneni söylemediğim için dinlenmek istenmedim, yine  "şuncu buncu" dediler, yine etiketlendim yine ötekisi olarak bellendim. Benim de kaderim bu demek, kimselere yar olamamak, hiç bir yere ait olamamak, hep yalnız ve sadece vicdanımla baş başa yaşamak.
Gayet özenle hazırlanmış etkinlik esnasında ögretmenlerin sorunlarından bahsederken barınma problemine değindim ve askerler ve bürokratlar ile öğretmeni bu başlık altında kıyaslamak istedim ve dedim ki "üst düzey asker ve bürokratlar bir şehirden diğerine taşınırken bir birlik/bir kurum seferber olup, gidecekleri yerlerdeki lojmanları donatılırken, ceplerinden taşınmak için tek kuruş cıkmazken, eşyaya 1 kuruş para vermezken, eşleri taşınma-yerleşme eziyeti yaşamazken, garip bir öğretmenin tayini dogu'ya çıktığında üç kuruş maaşının yarısını tek göz odaya verip yasamını idame ettirmeye calışır". Eğitimin ve öğretmen kalitesinin temeli saydığım köy enstitülerinin kapatılmasından bahsederken de dedim ki "CHP'nin bu konuda vebali büyük, köy enstitülerini kapatmasaydı şimdi bizlerin evlatları nitelikli eğitimcilerin yetiştirdiği parlak nesiller olacaktı, bundan mahrum bırakıldık. “Hiç bir şey olamazsan öğretmen ol deyişinin nasıl içimi yaktığından bahsederken ise "keşke öğretmenlerimiz bu deyişe maruz bırakılmasaydı" açıklamasını getirdim. Sen misin bunları diyen. Ne Ak Partililiğimiz kaldı ne asker düşmanlığımız ne de CHP karşıtlığımız.
Doğrudur, hata bende, nabza göre şerbet vermeliydim. Herkeslerin yaptığı gibi salonun havasını şöyle bir koklamalıydım, yaka rozetlerine, takılan fularlar üstündeki sembollere, saçlara, kıyafetlere iyice bakmalıydım, hatta bir Üniversite’deki panelden önce panelistlerden birinin yapacağı konuşmanın kıvamını ayarlayabilmek için konuşması öncesinde dinleyicilerden birine "içeride çoğunlukla bizim yurtseverler mi var?" (pkk severleri kastederek) diye sorduğu gibi ben de bu paneli düzenleyenlere böylesi bir soru yöneltmeliydim ve ortama göre ortalama bir konuşma yapmalıydım. İşte gelsin ondan sonra alkış kıyamet, "işte bu da bizden, helal olsun" dayanışması, sonra ardı arkası kesilmesin o gruplardan gelecek konuşma davetleri.
Ben bu “yanasmaları” öyle iyi bilirim ki. Bir çevreye girip, sık aranılan mı olmak istiyorsun, ver ortama göre hiç katılmadığın hiç inanmadığın o kıvamdaki ortam coşkusunu sonra ver elini bin bir tv programları,  il il nutuklar, gazetelerde yazarlıklar, tv'lerde danışmanlıklar, üniversitelerde dersler, yurt dışı “akil adam” gezileri.
Hele başını sokmayı başardığın ortam maddi açıdan güçlü ve manevi açıdan da etkin bir ortamsa, Allah, yürü ya kulum. Bakan danışmanlıkları, iktidar partisi myk'lığı, üniversite rektörlüğü, bin bir yerde yönetim kurulu üyelikleri, daha neler neler.
Sonra çıkarmaya başlarsın maddi- manevi başarının tadını ta ki onlardan olmadığın için senin konusmalarını duymak istemeyen, onlardan olmadığın için senin danışmanlıklarını beğenmeyen, onlardan olmadığın için senin rektörlüğünü başarısız bulan ve yine onlardan olmadığın için yönetim kurulu uyeliğini sana "fazla" bulan yeni muktedirler iktidar sahibi olana dek.
Sonra sen gidersin diğer “yanaşmalar” gelir. Nitelik, bilgi, ahlak, erdem, namus, vicdan falan hikaye, yeter ki yamanmak istediğin merkezin iyi “goygoycusu” ol.
Yasam tam da bu değil mi? Yalakalarla-onurlular, slogancılarla-bilgeler, "mış" gibi yapanlarla-gerçekten iş yapanlar, soytarılarla-asiller.
Yaradan'a defalarca hamd olsun ki pek cok sevmeyenim, söylediğimi pek cok duymak istemeyenim, hiç bir ünvan ve makam vaad edemeyenim var.
Sonra ben senin adını dağlara denizlere nasıl yazmak istemem “Hey Özgürlük”...

22 Kasım 2012 Perşembe

Süreç Araştırma Merkezi ve Ezan, Çan, Hazan


“Ezan, Çan, Hazan” Belgeselini izledikten sonra Antakya’ya vurulmuştum. O gün bu gündür aklımdaydı gitmek. Kısmet, Süreç Araştırma Merkezi tarafından düzenlenen “Ortak Yarın : Hatay” toplantısı vesilesiyle orada bulunmakmış.
Etnik, sosyal ve toplumsal olarak sorunlu alanlarda düzenlediği toplantılarla farklı etnik, sosyal ve toplumsal kesimleri iki günlük toplantılar çerçevesinde bir araya getirerek, bu kesimlerin basına kapalı bir ortamda iletişim geliştirmelerini ve böylelikle grupların kendilerine özgü sosyal, etnik ve toplumsal sıkıntılarını anlamalarına aracı olmayı hedefleyen Süreç Araştırma Merkezi Antakya toplantısı özelinde de yine aynı ilkeyi uyguladı.
16 Kasım’da İstanbul’dan hareket eden Süreç Araştırma Merkezi’nin Çekirdek Ekibi’nde Ak Parti iktidarı vesilesiyle biri diğerini pek sevmeye başlayan ve kaynaşıveren müslüman, kürtsever, Atatürksavar ve liberal gazeteci ve aydın (!) tayfa vardı. Bir “Süreç Araştırma Merkezi” klasiği olan bu grup yapılanması arasında olmaktan 2008 yılından bu yana bir an bile geri durmayı düşünmememin nedeni, hem sloganları/kalıpları/ötekileştirmeleri kendi zihnimde aşma gayesi hem de bir grup içinde “körler sağırlar birbirini ağırlar” kıvamındaki tek sesliliği bireysel dahi olsa kırma arzusu yatmaktadır. Böylesi temel iki gayeyi düstur edinmemiş olsaydım, Süreç Araştırma Merkezi’nin Çekirdek Ekip Üyesi olarak 2008 yılından bu yana katıldığım her toplantıda sağ ve sol tarafımda yer alan Çekirdek Ekip’ten ve Yerel Kanaat Önderlerinden oluşan gruba baktıkça ve kültürel ve ideolojik formasyonumun tümüyle dışında olan konuşmalarını dinledikçe ve fotoğraf karesinde yer alan “Onlar”ın arasında “kendim”i gördükçe ruh ve akıl sağlığımı bu güne dek korumam mümkün olamazdı.
Süreç Araştırma Merkezi’nin zihnim için bir “laboratuvar”, ruhum için ise bir “eğitim merkezi” olma özelliklerinden hareketle 17 Kasım tarihli toplantıda yerimi aldım. Yerel katılımcı profili, bu güne dek katıldığım tüm diğer toplantılardan daha ilginçti. İsrail’in Gazze saldırısı sonrası toplantıya katılmakta sakınca görmeyen ve toplantı esnasında hiç bir nahoş hal ve tavırla karşılaşmayan Antakya Musevi Cemaati Başkanı, Ermenilere yapılan zulüm ve uygulanan ötekileştirme politikalarını açık yüreklilikle anlatan Ermeni Cemaati lideri, Antakya Kürt ve Arap Alevilerinin nasıl bir parça da olsa üvey evlat muamelesi gördüğünü serzenişli bir dille anlatan Dede, Ermeni, Arap, Alevi, Hristiyan ve Sünni mahallelerin çoktan beri ayrı olmasından dem vurarak aslında bu birlikteliğin “sözde” olduğunu ifade eden pek çok sivil toplum önderi, yıllardır sulh ve hoşgörü çerçevesinde yaşamayı nasıl başardıklarını anlatan Ortodoks Cemaati Temsilcisi, pek çok yerel dini lider ve iki etnik ve kültürel uç : Samandağı ve Yayladağı Belediye Başkanları ve daha pek çokları.
Yanlışlıkla (!) davet edilmiş olduğum 2006 tarihli Abant Platformu Orta Doğu Toplantısından sonra şahit olduğum en mozaik topluluktu Antakya’daki bu yerel katılımcılar benim için, Abant katılımcılarından bir farkla, orada bir diğerine tahammülsüzlük hem ifadelere hem de tavırlara yansımıştı, Antakya toplantısında ise bu yoktu.
Bu ortamı sağlamak da Süreç Araştırma Merkezi’nin hüneri. Bu hünerden hisse almak ise tüm etnik, kültürel, sosyal ötekileştirmeleri Mustafa Kemal Devrimine, Tek Parti iktidarına, Devleti merkeze koyan siyasal algılamaya, liberal olmayan ideolojilere, askerlere mal eden bencil nefislere; kendinden farklı olanı ötekileştiren, yabancı sayan ve hatta dışlayan vicdan yoksunu insan evladının hoyrat tavrına; Mustafa Kemal’e, askerlere, sağ siyasete olan tüm nefretlerini kürtlerin mevcut mağduriyetlerinin, Alevilerin dışlanmışlıklarının, mütedeyyinlerin ezilmişliklerinin faturası sayarak kusan tüm toplumsal kesimlere düşmektedir.
Kürtlere kaka yedirilirken vicdan sahipleri nerelerdeydi, askerler iktidardayken kalem erbabları-TV Zagorları nerelerdeydi, azınlıklar ibadetlerini dahi sakınarak yaparken libareller nerelerdeydi, Aleviler cayır cayır yanerken mütedeyyinler nerelerdeydi ve zamanında ötekileştiren şimdilerde ötekileştirilince ve sitem dışı bırakılınca sadece kendini aydınlatan bencil, menfaatçi aydınlar neredeler, mütedeyyinler neredeler, Kürtler neredeler,  liberaller neredeler, insan hakları savunucuları neredeler? !!!   

29 Ekim 2012 Pazartesi

Ak Parti (AKP) Gider mi?


Şimdilik pek gidecek gibi görünmüyor. Halk ziyadesiyle memnun;
Uzun bir zamandır belki de ilk defa insan yerine konduğunu söylüyor,
Her yerde muamele iyi, işlerini kolayca hallediyor,
Rüşvet alış-verişi hallice azaldı,
Sağlıkta devrim niteliğinde dönüşüm sağlandı,
Bürokrasinin hantallığı gitti,
Kamu kurumlarına ilişkin şikayetler hemen karşılık buluyor,
Yatırımlar tıkırında,
Yatırımcılar hiç olmadığı kadar memnun,
“Olan fakir fukaraya oluyor” yok artık,
Yıllarca horlanan mütedeyyin kesim artık birinci sınıf vatandaş,
Evlerde iki araba,
Kira yardımı, işsizlik parası, sosyal güvence, kolay emeklilik,
Gecekondulara, bedava, elektrik-su
Ayrıcalıklı kitle yerle yeksan ve sayısız pek çok güzellik.
O Halde Ne Zaman Gider?
Doğrusunu Allah bilir, ancak benim bildiğim şu :
Bu halkın kesesine dokunmayacaksın, ekonomi bir sendelesin, gör halkın feveranını,
O zamana dek ağustos aylarında kışlık kömürlerini bedavadan istifleyen onlar değilmiş gibi,
7 sülalesine yeşil kart çıkaran onlar değilmiş gibi,
Maaşımdan kesilenlerle sosyal güvenlik kapsamına alınıp, maaşa bağlanan onlar değilmiş gibi,
İktidarın muktedirliğinin uzandığı her bir kapıdan iş ve aş olarak nemalanan onlar değilmiş gibi,
İktidar partisi belediyelerinin bayramda seyranda, kandil’de ramazan’da dağıttıkları bedeva gıda kolilerini kapışan, verilen hediye çeklerini üçer-beşer alan onlar değilmiş gibi,
Cuma’dan çıktıktan sonra “bir sıkıntınız var mı?” diye soran Başbakan’a “Başbakanım korumalar çocuklara oyuncak vermedi” diyerek, en hayati bulduğu sıkıntısını aktaran onlar değilmiş gibi,
Doğurduğu her çocuk başına hükümetten kallavi para alan onlar değilmiş gibi,
Hükümetin verdiği deprem konutlarını rant kapısı yapanlar onlar değilmiş gibi,
2B yasasından 100 liralık evi 10 liraya kapatan onlar değilmiş gibi,
Çoluğunu çombalağını toplu düğün-sünnet törenleriyle muradına erdirip, bir dünya da beleş hediye ve para toplayanlar onlar değilmiş gibi,
Mütedeyyin iktidar sahipleri tarafından sıvazlanan, palazlanan ve böylelikle sınıf atlamayı başaran bu halk bir dönsün rüzgar, bir ceplerdeki ganimet sünmeye başlasın, başlarlar ver yansına iktidardaki muktedirlere;
Başörtüsü meselesini halletmeye geldiler, mini etekliler çoğaldı,
Bu Müslüman ülkenin ayarını bozdular, içki gırla gidiyor,
3x4’le imam-hatiplerin ortalarını halkımıza kazandırdık dediler, bu politika da tutmadı,
Bütün Arapları doldurdular buralara, bizlerin olanları onlara peşkeş çektiler,
Bunlar camileri de satarlar,
Az kalsın savaşa girecektik,
Amerika’ya yarenlik edeceğim diye tüm müslüman kardeş ülkelerle aramız açıldı,
Mavi Marmara ne oldu, unutturdular,
Duble yollar yaptılar sözüm ona, her selde can alsın diye,
Askerle uğraştılar, ne itibar bıraktılar ne güven,
Apo’yu dört başı mamur ettiler, içeride onca günahsız çürüyüp giderken,
‘Şehitlerimizin kanı yerde kalmayacak’ dediler, tek analar ağladı, gerisi hep yalan ağladı,
‘Terörü bitireceğiz’ dediler, Cumhuriyet tarihinin en fazla şehit verdiren iktidarı oldular,
‘Kadına şiddete hayır’ falan diye tutturdular, evdeki karılar tepemize çıkmaya kalktı, daha beter dayak yediler,
‘Yerel yönetimler, özerk belediyeler’ belasını açtılar başımıza, bölücülüğü meşrulaştırdılar,
‘İmanlı nesiller’ dediler, bu toplumu ikiye böldüler, sana ne milletin dininden imanından, 
Bir arkadaş söylediğinde çok ayıplamıştım, şimdi gel de aklına getirme :
“Anıtkabir’in önünde elinde 500gr kıymayla dur, bu halk akın akın Anıtkabir’e,
Kaymakamlığın önüne daya bir kamyon oyuncağı, cemil cümle katılsın 29 Ekim Fener Alayı’na
Bir de derler ‘bazılarının fiyatı yoktur’ diye, hadi canım yan cebime...”
Ey güzel Allahım, hep mi ye kürküm ye !!!     

21 Ekim 2012 Pazar

Sayın Abdullah Öcalan'ı Evimde Ağırlamak İstiyorum


Bizim oğlan “Kanat Aklısıkkanatlanan” bağımsızlığını onlardan erken ilan edip Moda’ya taşındı, onun oda boş hem de manzarası iyi, dağlara bakıyor, yatak yorgan hepsi hazır sayın Öcalan’a o odayı açacağım,
Site yönetiminden rica ederiz nasıl her sene “yaza merhaba” “kışa bye bye” vs. partileri düzenleniyorsa sayın Öcalan için de bir “hoşgeldin partisi” düzenleyiveririz,
Bizim buraların önde geken erkanına haber salarız, isterlerse karsılamada onlar da yer alır,
Geldigi ilk gece bagımsız kürdistan uğruna canlarını feda eden gerillalar icin bir hatim indiririz,
Bizim güvenlik çocuklar işlerini iyi yaparlar onlara da söyleriz geldikten sonra kuş uçurmazlar,
Dedemi Karacaahmet’ten çağırırım beni kırmaz gelir, O’nun 93 harbinde bu millet uğruna, sayın Öcalan’ın da yıllardır o millet uğruna ne cefalar çektiğini çekirdek çitleyerek hasbıhal ederler,
Babamı da çağırırım, bana hayrandı o da kırmaz gelir, o da babasının nasıl bu vatan uğruna gazi olduğunu anlatıverir, geyik yaparlar karşılıklı,
Evde duran yemek kitaplarından calışmaya başlarım, 20 yıldır köfte-makarna pratiğinden öte lezzetler sunmak için sayın Öcalan’a,
Evdeki tüm Atatürk tablolarını kaldırırım (hem Esram Elimönüm’ün kulaklarını çınlatmış oluruz), yerine “dağlara gel dağlara” yazılı kürdistan tabloları asarım evin her köşesine,
Bizim Site girişinde direk tepesinde öyle bönek bönek (!) duran Türk bayrağını gelmeden indiririz, ileride nasıl bir bayrak asılacağını sayın Öcalan yorgunluğunu attıktan sonra görüşürüz,
Mili bayramlarda bloktan bloğa koca Türk bayrağı gerilmesini “çok olağan üstü” genel kurul kararıyla yasaklarız,
Eve yakın çevredeki okullara, dairelere de haber salarız "Türk bayrağını, Atatürk posterlerini kaldırın, Pazartesi-cumaları bayrak törenlerini yasaklayın" diye, hissedip de, ruh ve akıl sağlığı bozulmasın,
Artık piyasada sıkıntı yok bolca kürtçe müzik cd'si alırım dinleriz birlikte, Şivan Perver’inki hariç tabii,
Engebeli araziden “hoşgeldin”e gelecekleri de bir yerlere salmam evimde ağırlarım,
Şehit aileleri falan duygusallaşıp, “hosgeldin” demeye kalkarlar diye, kolluktan rica ederiz yaşadığım ilçenin sınırlarına dahi yaklaştırılmazlar,
MHP ve BBP ilçe teşkilatları lüzumsuz yere sokaklara dökülüp, taşkınlık yapmasın diye bir süreliğine kepenk indirirler,
Tüm bunlara vesile olur iken Danışmanlık, parti görevi, eyalet sorumluluğu, ileride bakanlık, manevi liderlik felan gibi menfaatler aklımdan geçiyorsa Allah canımı şimdiden alsın,
Ancak sayın Abdullah Birtürlü Öcalamayan evimde kalmaya başladıktan sonra tek bir Mehmetçik daha şehit olmayacağına, topraklarımız bölünmeyeceğine, gerillalar büyük ülkü uğruna ölmeyeceğine, liberal ve kürtçü zevatın başı göğe ereceğine göre tek isteğim tarihe not düşebilmek adına (yine kendi menfaatime değil) bir üstün hizmet madalyası takılmasıdır, lokasyon önemli değil yeter ki bu madalya üstümde bir yere takılsın.
Büyük Önder, Eşsiz Lider, Yağız Geçkinim, Bekliyorum Öyle bir Zamanda Gel ki Vazgeçmek Mümkün Olmasın...

İmanlı Nesiller ve Müge Anlı ve Fazıl Say


Ben öyle daimi operaya giden, tiyatro izleyen, televizyona hiç bakmayan, klasik müzik tutkunu entel-dantel takımından değilim. O zevatın tercihlerini ve beğenilerini, soğuk ve kendilerinden başka hiç bir kimseye faydası olmayan “seçkinci kültür”leri belirlerken, benim kişisel tercihlerimi ve beğenilerimi belirleyen ise dönemsel hedeflerim, dönemsel sevinçlerim ya da hüzünlerim ve de en önemlisi vicdanım olmuştur. Müge Anlı serüvenim de işte böyle başladı.
Profesyonel ve sosyal yaşamın içinde fiili olarak yer alan biri olarak toplumsal çılgınlık düzeyinin her gün hayatın her alanında ciddi bir tırmanışta olduğunu gözlemliyordum. Kişilerin hoyratlığı, pervasızlığı, namussuzluğu, kural tanımazlığı, pervasızlığı, yüzsüzlüğü, hak ihlalleri, topluma ve devlete verdikleri maddi ve manevi zarar, her gün artıyor ve sinir bozucu hale geliyordu.   
Bir arkadaşıma bir sohbet esnasında bu toplumsal çılgınlık halinden yakındığımda, “sen ne diyorsun, Müge Anlı’yı seyret de gör, daha neler oluyor, sen ben yapamayız, kasabalı-köylü kesimi aşmış olayı” karşı yakınışıyla karşılaştım. “Daha kötüsü varsa, bilmeliyim, yazmalıyım” gayesiyle, sabah derslerimin olmadığı 2 gün, ancak düzenli ve hevesli bir biçimde Müge Anlı’yı izlemeye başladım.      
Gerçekten tablo dehşetti : 3 kuruşa-üç kuruş için adam öldürenler, komşunun karısına-kızına sarkıp, işi fark eden kocayı-babayı öldürenler, kızını mahalledeki bir oğlanla görüşüyor diye öldürüp betona gömenler, 500’lük kontör karşılığı ya da bir ortalama telefon bedeli adamlarla düşüp-kalkan sözde geleneksel, mahalleden kadınlar, çocuğu olmadığı için en yakın arkadaşının bebeğini buharlaştıran ve ortalardan kaybolan karı-kocalar, bir ömür üç kuruş emekli aylığından biriken bir avuç ana-baba parasını bu ana-babayı öldürerek alıp, diyarı terk eyleyen evlatçıklar, töreye karşı çıktığı gerekçesiyle intihar süsü verilerek, aileden biri tarafından ortadan kaybedilen genç kızlar ve kadınlar, ensesti cinsel zevk alma aracı olarak normalleştiren adamlar, eşeği becerenler ve daha niceleri Cumaları ihmal etmeyen, başı örtülü, mukabeleleri aksatmayan, din-Allah-kitap uğruna yapmayacakları şey olmayan adamlar-kadınlar arasından çıkıyordu.
Bu tablo, münferit ve istisnai şahıs ve olaylardan oluşmadığı için gerçek iman edenleri töhmet altında bırakacağı gibi imanlı nesiller yetiştirilmesi sürecinde de toplumsal vicdanlarda ciddi engel teşkil edecektir.   
Tam da bu nedenle, mevcut muhafazakar, geleneksel iktidarın Kur’an kurslarında ders verenleri gözden geçirmesi, vaizleri hak-hukuk-ahlak konusunda daha yol gösterici olmaya sevk etmesi, yeni açılan imam-hatiplerde görevli eğitim kadrosunun sadece öğretim değil, toplumsal ahlak eğitimiyle de donatımını sağlaması, Türk siyasi hareketinde ve toplumsal ilerleme sürecinde etkin olan ve halkın azımsanmayacak bir kesimi için toplumsal önder olarak kabul gören cemaat önde gelenlerini sözde iman edenleri gerçek iman edenlere dönüştürmek için gayret sarf etmeye teşvik etmesi gerekmektedir. Aksi durumda, bu toplumsal çılgınlık hali bir süre sonra başa çıkılamayacak boyutlara varacak ve düşünüldüğü gibi toplumu sayısı giderek azalan imansızlar değil toplumsal yozlaşma felakete sürükleyecektir.       
Okuyanlar diyecek ki : “bu kadının amacı dinden mi soğutmak, hep başı bağlı, Cumasına giden, Allahına-kitabına tutkun adam ve kadınları namussuz göstermiş, yok mu bunlar arasında imansız, dinsiz, kitapsız?
Ben de derim ki “yok, haşa, hedefim bu ve onlar değil, asıl hedefim; başını kişisel çıkar uğruna bağlayanlar, dini-kitabı-Allahı yaptıkları ve yapacakları tüm ahlaksızlıkları perdelemek için ahlaksızca kullananlar, Cuma namazlarını görüntüyü kurtarmak için aksatmadan ifa edenler, Allahları, dinleri ve kitaplarıyla övünüp, öte taraftan yemedikleri halt kalmayanlar, adi menfaatleri için bu üç kutsalın kutsallığını heder edenler”  
Tüm bu nedenlerle ve böyle giderse sadece “yaşasın Ahlak ve Vicdan”...   

Eşsiz Bir Başarı Öyküsü : Kemal Demirel ve BEDD


Bedensel Engelliler Dayanışma Derneği (BEDD) kurucusu ve Başkani Kemal Demirel’in yaşam öyküsü sadece bir ömrün nasıl bir azimle geçtiğini anlattığı için kıymetli değil, aynı zamanda azmin mutlak karşılığını bulacağını gösterdiği için de çok kıymetli ve eşsiz. Bu zafer öyküsüne Kemal Demirel’in kendi ifadesiyle şahit olmak bizler için daha anlamlı olacağı için kalemi Kemal beye emanet ettim ve aşağıdaki eşsiz hikaye çıktı ortaya :    
“Kişi yaşam evresinde bazen inanılmazları ve mucizeleri yaşamaktır, aynen kendi yaşamımda olduğu gibi. 10 yaşında Zeynep Kamil Hastanesi’nde yapılan yanlış omurilik ameliyatı ile belden aşağımın felç kalmasıyla birlikte, on bir sene süren hastane hayatım geçirdiğim en zor devrelerden biriydi. O dönem babamın vefatı ile ailemin dağılması ayrı bir sürpriz oldu yaşamında.
Bir çocuk ruhu ve donukluğu ile o dört duvar arasında hastaneden çıkacağım 1981 yılını bekledim. On bir yıl aradan sonra hastaneden taburcu olduğumda, hastane çıkış kapısında tanımadığım bir dünya ile karşılaştığımda ayrı bir korkuya kapıldım. Sanki hastanede güvendeydim, şimdi ne olacaktı. Tanımadığım dünyada yaşam mücadelesine girerken olası kayıp ve kazançlarımın düşüncesindeydim.
Eve geldiğimde kendimi hapsetmiştim, dışarı çıkmaktan ve insanların benimle alay etmesinden endişe ediyordum. Beynimi dondurup yarım yamalak okuma yazmamı ilerletmeye ve kendimi geliştirmeye gayret etmeye başladım. Hayat devam ediyordu ve ruhum ‘bir şeyler başarmalıyım’  inadındaydı. Daha sonra bir daktilo aldırdım. Kendimce bir şeyler karalamaya ve bunları gazetelere, radyolara göndermeye başladım. Yazılarım gazetelerde ve radyolarda yayınlanmaya başlayınca yüzlerce mektup almaya başladm… Mektuplara cevap yazarken, dostluklar kurarken, kendimi engelliler yararına mücadelenin içinde buldum. Hayatımda pek çok gelişme hızlı bir şekilde ilerlemeye başladı.
Bir gün kapı çaldığında, seçim görevlisi güzel bir genç bayanı evimde kayıtlar için konuk ederken, onunla ileriki yaşamımda evlenip, biri kız 2 çocuk sahibi bir baba rolüne kavuşacağımı nereden bilebilirdim, düşünmek bile hayaldi. Evet, seçimin getirdiği bereket ile 2 yıl arkadaşlığımız oldu ve baktı ben nazlanıyorum, evlenmeye niyetim yok, 1989 yılının bir sonbahar sabahı saat 7.30 da beni kaçırdı. Biz zoru başardık ve evlendik. Şu an 15 yaşında üstün zekalı Emirhan adında delikanlı bir oğlum, bir de 13 yaşında, canavar gibi bir kızım var ve ona aşığım.
Benimle evlendiği için kendi evladını reddeden eşimin ailesi, çocuklarımız olmasına rağmen ancak 12 yıl aradan sonra kızlarını kabul etmek zorunda kaldılar, ama beni hala kabullenmediler. Dert etmiyorum. Önemli olan 23 yıl boyunca sağlıklı süren evliliğimdi ve hedeflediğim ilkelere varabilmemdi.
1993 yılında eşimle beraber 7 arkadaş Bedensel Engellilerle Dayanışma Derneği’ni kurduk. Sene 2012; geçmişi ve bugünü, on bir yıl süren hastane hayatımdan sonra geldiğim konumu düşünüyorum. Verdiğimiz mücadele sonucu dev eserlere imza attık. Binlerce engelli kardeşimize yardım edebilmenin gururunu ve sevincini yaşadık. Belki de en güzeli, hayatı tehlikede olan veya tekerlekli sandalye ile yaşamını sürdüren ve ekonomik durumu yeterli olmadığı için ameliyat olamayanlara umut olmak ve onların yürümelerini sağlamak oldu.
Merkezi kararlarla bu işin olamayacağı kanısıyla 10 yıl önce yollara düştüm. 10 yıldan beri her hafta bir ilde o ilin Valisi, Kaymakamı ve Belediye Başkanı ile derneğimizin topladığı yardımları dağıtmaya başladık. Hiç ara vermeden sürdürülen bu serüvende kar, kış, heyelan, çığ ve araçlarla takla atmalara rağmen yolları büyük bir aşkla katettim. 75 il, yüzlerce ilçeye ulaştık. Yollar hala beni bekliyor.
Evim çok yakın ancak gece gündüz süren çalışmalarımdan dolayı 2 yıldır gidemiyorum, çocuklarımı ancak eşim getirdiğinde görebiliyorum. Beni anlayışla karşılayan ve büyük özveride bulunan saygı değer eşime bu arada şükran borçluyum. Kendisine bu yola çıkarken, benim çocuklarımın çok şanslı olduğunu ancak benden yardım bekleyen binlerce çocuğumun daha olduğunu belirterek beni anlayışla karşılamasını istedim.
Bugün yeni projeler geliştirmeye devam eden derneğimiz artık uluslararası boyutlarda kendinden söz ettirmektedir. 165'i Devlet ödülü olmak üzere 300'ün üzerinde ödül aldık. Büyük başarılar elde ettik. Kurucusu olduğum dernekte halen genel başkanlık yaparken, yaşadığım sürece ülkeme hizmet etmeye ve gerekirse ülkeyi karış karış dolaşarak yardım dağıtımaya devam edeceğim. Hayatımdan kesitler vermemin nedeni, beni tanımanıza dair isteğim. İnsan yaşamında neler olduğunu ve her şeye rağmen hayatın devam ettiğini görüyoruz. Bütün zorluklara rağmen yaşamın üstesinden gelip ayakta kalmayı, başarılar elde etmeyi, çevremize umut olmayı becerebiliriz. Yeter ki sevgi ve aşk içimizden eksik olmasın. Bana acımanız için bu satırları yazmadım. Çünkü ben çok güçlüyüm. Belki tekerlekli sandalyede 42 yıldır hayatımı sürdürüyor olabilirim ama çoğu insana nasip olmayan bir aşkı ve hayatı yaşıyorum
İşte tam da bu nedenle, hoyrat olmak yerine teşvik edici olmalıyız, acımak yerine fiilen mücadelelerine ortak olmalıyız, bazı sözde derneklerin zengin çay ve yemek davetlerine katılmak yerine amaç uğruna terlemeyi ilke edinmiş BEDD gibi derneklerin faaliyetlerine destek vermeliyiz, tek kişilik billboard olup böyle derneklerin halk arasında adının duyulmasını sağlamalıyız.
Yine Kemal Demirel’in gönül sesiyle sonlandıralım bu yazımızı: Her bir yolun kendine özgü hikâyesini dinlemek ve yerinde görmek adamı adam gibi yapıyor be dost...     

Yerel Seçimler Öncesi Türk Siyasetinde Kadın ve Ka-Der'e Düşen Görevler


Siyaset, “erkek alanı” olarak algılanmakta ve kadının sadece oy vermek ile yetinmesi istenmektedir. Kadının siyasete ilgisizliği ve bu konudaki eğitimsizliği de bu erkek egemenliğini geliştirmektedir. İlkokul çocukları ile yapılan araştırmalarda cinsiyetler  arasında siyaset ile ilgili temel değerler  açısından (partizanlık, kutuplaşma, siyasal çözüm, siyasal ilgi) yalnızca küçük farklar bulunduğu saptanmıştır. Ama “toplumsal-siyasal çevre ile birey arasında yaşam boyu süren dolaylı ve doğrudan etkileşim sonucunda, bireyin siyasal sistemle ilgili görüş, davranış, tutum ve değerlerinin  gelişmesi”   (Ayşegül Yaraman, Türkiye’de Kadınların Siyasal Temsili, Bağlam Yy., İstanbul, s.21) biçiminde tanımlanan siyasal toplumsallaşma süreci cinsiyetlerin siyasete bakış ve siyasete katılışlarında farklılaşmalara yol açmaktadır. Bu süreçle bağlantılı olarak ailenin yönetimi açısından Türkiye’de kız çocuğun siyasal kadrolarda yer almasına karşı çıkma oranı % 67.4 iken, erkek çocuğunki % 42.6’dır.
Bu olumsuz algıyı giderilebilmek adına; kadınların kamusal ve siyasal karar organlarına gelmesi yönünde “olumlu ayırımcılık” uygulamalarına sıcak bakılmalıdır. En azından koşullar eşitleninceye kadar bu tür kadından yana uygulamalar gerekli ve kaçınılmaz gözükmektedir. Ancak; kadının kamusal yaşamın her alanına daha çok katılımını özendirici uygulamaların aile ilişkileri, eğitim ve çalışma olanakları, siyasal yapı ve demokratik işleyiş gibi tüm toplumsal ilişkiler ile bütünleştirildiğinde işe yarayacağı bilinmektedir. Kadının siyasal karar verme süreçlerine daha çok katılımını gerçekleştirmek için once okul, basın-yayın araçları ve aile gibi birçok toplumsal kuruma yönelik, uzun süreli ve siyasal sistemin kendisine yönelik daha kısa süreli önlemler alınmalıdır. Daha sonra da doğrudan kadınlara yönelik, onların katılımını kolaylaştıran veya özendiren önlemler düşünülmelidir (Şirin Tekeli ve Meryem Koray, Devlet, Kadın, Siyaset, İstanbul 1991, s.93-94).
Siyasal karar mekanizmalarında yer alabilen kadınlar ise siyasal karar mekanizmalarının işlev ve işleyişinin yeniden tanımlandığı bir aşamada, erkelerin onlara atfettiği, partilerin onlardan beklediği rollere uygun olmaya çalışmakta, bazen ise siyaset kadınları maskülenleştirmektedir. Birinci durumda geleneksel kadın imgesi ile, ikinci durumda erkekle özdeşleşme sözkonusu olmaktadır. Türkiye’de seçilmiş kadın politikacılar, bir yandan parti ideolojilerine ve partilerinin erkek politikacılarının bakış açılarına uyum göstermek  diğer yandan ise kadın seçmenlerin sesi olmak ve onların sorunlarına çözüm üretmek beklentisi arasında kalmaktadırlar (Meryem Koray, Günümüzdeki Yaklaşımlar Işığında Kadın ve Siyaset, İstanbul 1991, s.71-73).
Kota uygulaması da kadın-erkek eşitliğini olgusal olarak sağlamak ve hızlandırmak için fırsat ve uygulamada eşitlik amaçlayan bir alternatiftir. İki farklı uygulaması vardır: Geçici Kota ve Esnek Kota. Geçici Kota, engel bir kez ortadan kaldırıldığında ve bu sayede kadınlar siyasette deneyim kazandıklarında, kotanın gereksizleşmesidir. Esnek Kota ise, gerektiği düşünüldüğünde uygulanır, gereklilik saptanır ve kadın adaylara yer verilmesi yerel parti sorumluluklarına bırakılmıştır (Yaraman, a.g.e., s.35-36). Kota sisteminin başarısı o ülkedeki kadın durumu ve mücadelesi ile yakından ilişkilidir. Kota uygulaması son yıllarda özellikle sol görüşlü ve eşitliği savunan partilerde görülmüştür. Çünkü; kota siyasal yaşamda temsil edilmeyan bir cinse, en azından belli bir oranda temsil edilme güvencesi getiren eşitlikçi ve demokrat bir anlayıştır.
Tüm olumlu çabalara rağmen yıllar yılı hüküm süren toplumsal, ekonomik ve siyasal engeller “Siyasette Kadın“ bağlamında karşımıza şu tabloyu çıkarmaktadır : Türkiye’de 1935 yılından itibaren parlementoya adım atan kadın oranı % 14’ü aşmamaktadır. 1935’de 18, 1939’da 15, 1943’de 16, 1946-1949’da 9, 1950-1951’de 3, 1954’de 4, 1957’de 8, 1961’de 3, 1965-1966-1968’de 8, 1969’da 5, 1973-1975’de 6, 1977-1979’da 4, 1983-1986’da 12, 1987-1991’de 6, 1991-1995’de 8, 1995’te 13,1999’da 24, 2002’de 24, 2007’de 50, 2011’de 79 kadın milletvekili meclise girebilmiştir.
İşte bu tablo karşısında; 1997 yılında “kadınların seçimle ve atamayla gelinen tüm karar mekanizmalarında eşit temsilini sağlamak” misyonuyla ve “Kadınların politikaya katılımını engelleyen ekonomik, sosyal, kültürel ve yasal engellerin ortadan kaldırılması; Kadınların karar mekanizmalarında eşit temsilini sağlamak için geçici özel önlem politikalarının yasalarda ve siyasi parti tüzüklerinde yer alması; Partili ve partisiz kadınların güçlendirilmesi, aday olmaya teşvik edilmesi ve görünür kılınması; Siyasi partilerde yer alan kadınlar arasında; onlarla kadın hareketi arasında, kadın sorunları ve politikaları konusunda iş ve güç birliğinin gelişmesi amacıyla, lobi, savunu, kampanya, örgütlenme ve eğitim çalışmaları yapmaktır” gibi amaçlarla kurulmuş olan Kadın Adayları Destekleme Derneği - KA.DER’e önünümüzdeki seçimler öncesinde büyük görevler düşmektedir. Tüm siyasi partilerle eşit mesafede olduğunu ifade eden KA.DER seçimlerden önce tüm siyasi partileri, özellikle kadın sorunlarına eğilen sivil toplum kuruluşlarını, medya patronlarını, kadın siyasetçileri, üniversiteleri ziyaret ederek siyasette kadın algısını toplumsal alanda güçlendirecek uygun bir zemin yaratmayı görev bilmelidir.
Özellikle, 2007 yılından bu yana KA.DER Kadıköy Şubesi’nin tüm etkinliklerini dışarıdan hoşnutlukla gözlemleyen biri olarak, önümüzdeki seçimlerde çekici bir slogan ve detaylı bir faaliyet programı ile “Siyasette Kadın”ın kaderini belirlemede KA.DER’in büyük sorumluluğu olacağına inanıyorum. “Haydi Kadınlar Mutfaktan Siyasete”

Yaşasın(!) Pis Sokak Hayvanları Ortadan Kaldırılacakmış...


Türkiye’de halladilmesi gereken onca mesele varken Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nın Hayvanları Koruma Kanunu’nda değişiklik tasarısını aceleyle Meclis’e sunmasıyla ortalık karıştı. “Sokaktaki hayvanları doğal ortamlarına kavuşturacağız” bahanesiyle toplamak, ormanlık alanlara yığmak ve burada birbirlerini yemeye terk etmekten öte bir anlam taşımayan değişiklik tasarısı ile ilgili pek çok yazı yazıldı, pek çok hayvan dostu sivil toplum örgütü sokaklara döküldü, Taksim’de kocaman bir eylem düzenlendi. Tüm bu faaliyetlerin tek hedefi, tasarı Meclis’ten geçmeden karar alıcıların vicdanlarına dokunmaktı. Yakında tasarı Meclis’ten geçer ve yasalaşır. İşte bu yazıda biz de bu tasarı’nın meclisten, vicdanlar devre dışı bırakılarak, değişikliğe uğratılmadan geçirilmesi durumunda toplumda karşılaşacağımız olası tabloyu bir çizmek istedik.
-Hayvan düşmanları önceden Belediyelere defalarca telefon ederek, Belediye ekiplerinin sokak köpeklerini toplamalarını sağlıyorlardı. Bu defa hayvan kıyımı, toplu halde ve devlet eliyle yapılacağı için daha bir mutlu olacaklardır. Artık, hayvanlar toplanırken zevkle seyre dalanların bir paket sigara tellendirmeleri vaciptir -Sokak hayvanları ekiplerce toplanırken hayvan dostları ile aralarında ne türden bir münakaşanın çıkacağını kestirmek zor. Tabanca çekip birbirlerini vurmayacakları, kaş-göz yarmayacakları ne malum -Ördeğe, eşeğe ve diğer hayvanata rahatlıkla tecavüz eden bir takım adamlar tüm sokak hayvanları toplandığında tecavüz edecek kimi bulacaklardır? Komşunun karısı-kızı, yakın akraba falan kendini savunsun -Tasarı’da değişikliğin gerekçelerinden biri olarak da sokak hayvanlarının kaka ve çişleriyle çevreyi pisletmeleri gösterildi. Bu tasarı yasalaştığında bir hayvan dostu kakasını bir ağacın dibine yapan bir vatandaşı gördüğünde acep ne olacak, bu vatandaş kakasını yapmayı tamamlayabilecek mi yoksa bu hayvanseverin hışmına mı uğrayacak? -Pek çok Belediye zaten uzun bir süredir hayvanları toplayıp, gözlerden uzak ormanlık alanlara götürüp, kaderlerine terk ediyor, buralarda da hayvanlar açlıktan birbirlerini yiyiyorlar. En iyi ihtimal, çok göz önünde olan belediyeler ise bu sokak hayvanlarını geçici hayvan barınaklarına gönderiyorlar. Hayvan Barınaklarının durumları ise malum, kötü fiziki şartlar ve eleman yetersizliği. Bu tasarı yasalaşırsa ormanlara atılan hayvanlardan arta kalanlar barınaklara yığılacak, gönüllülerin emekleriyle sürdürülebilirliğini sağlayan barınaklarda ise kısa bir süre sonra ise gönüllüler çıkartılıcak ve bu barınaklardaki sokak hayvanları gönüllü hayvanseverlerin sosyal denetim fonksiyonundan kurtulacak olan maaşlı ve işlerine lanet eden kadrolu çalışanların insafına bırakılacak. Barınaklardaki hayvan ölümleri artarsa hiç şaşırmayalım. Hadi son sözü de damardan (dinden) söyleyelim : 1910’de 80 bin sokak köpeği İstanbul’dan toplanıp Hayırsız Ada’ya gönderilmiş, sonra da orada açlıktan birbirlerini yemişlerdi. Hemen ardından da bir dizi felaket yaşanmıştı. Bu defa sokak hayvanlarının toplatılması İstanbul ile sınırlı tutulmayacak Türkiye genelini kapsayacak. Sakın bu kez felaketin daha büyüğünü yaşamayalım. Mesela; bir büyük yangın, bir büyük deprem ya da bir Suriye savaşı. Artık Allah bilir.
Farkındayım; kadını çekirdek çitler gibi döven ve hatta öldüren, sevincinde-hüznünde havaya sıktığı tabancayla elalemin canını alan, mangal yaparken orman yakan, turist kıza tecavüz etmeden memleketine göndermeyen, eşeği, tavuğu ve hatta ördeği tecavüzünden ırak tutmayan, yol levhalarını çalan, hurda demir diye satan, yol boyunca döşeli elektrik kablolarını araklayıp nafakasını çıkaran, mezarlılara konan taze çiçekleri anında hiç eden, trafikten kurtulmak için ambulansın peşine yakınıymış gibi arabayla takılan, hayali şirketlerle devleti trilyonlarca zarara uğratan ve daha sayısız maharetleri bulunan bir kısım yurdum insanı için bu benim Hayvan Hakları savuculuğum da “kadın aklınla hadi lan ordan” hesabı.            

Milli Eğitim Bakanı Sayın Ömer Dinçer'e Açık Mektup


Bu satırların temel amacı, iyi ya da kötü herhangi bir münasebetimin bulunmadığı bir Kurum’u ya da iyi ya da kötü herhangi bir ilişkimin olmadığı bir şahısı yaptıkları hatadan dolayı kamu huzurunda teşhir etmek değil, son 5 yılını bedensel engellilere, sokak çocuklarına ve sokak hayvanlarına adamayı düstur edinmiş şahsımın bu üç dezavantajlı gruba karşı hissettiği derin sorumluluk duygusunu ifade etmektir :    
Telefonum çaldı, diğer uçta çok sevdiğim ve güvendiğim bir arkadaşım. Hal-hatır sormadan “halen Bedensel Engellilere destek veren dernek ve vakıflarla ilişkin var mı? diye sordu. “Anlat” dedim, çözüldü.
 “Bu sene başında Çekmeköy’de Avrupa Koleji tarafından yapılandırılan ve resmi adı Çekmeköy Avrupa Koleji Türk Sanat Müziği Korosu olan koro’ya güzel vakit geçirmek için başladım. İlk tatsız koku, koristlerden alınan aylık ücretler karşılığında makbuz kesilmemesiyle belirdi. Sonrasında ise iki torunu Çekmeköy Avrupa Koleji’nde okuduğu için, adı geçen koroyu idari açıdan yönetme ve geliştirme görevlerine talip olan Mustafa Celil Doktoroğlu’nun adaletsiz uygulamaları başladı. Kuvvetle muhtemeldir ki, Çekmeköy Avrupa Koleji Müdürü’nün ve Avrupa Kolejleri sahibi Talip Emiroğlu ne olup bittiğinden haberleri olmadığı ve bu nedenle de hesap sormadıkları için Mustafa bey koro ile ilgili tüm uygulamalarda istediğini yapmaya başladı, koro’ya istediğini aldı, istediğini attı, olur da hükümet kanadından yıl sonu konserlerine gelecek olan bürokrat olursa (hiç olmadı ya) diye repertuardaki şarkı sözlerini değiştirdi (“rakı” “üzüm” oldu), kapalı ve tek tip kostümleri mecbur etti koristlere giydirmeye, saz ekibinin Çekmeköy’de var olan diğer koroların herhangi birinde çalışmasını yasakladı, öğrendiğinde de işlerine son verdi, münakaşalar neticesinde ayrıldığı diğer korolardaki şahısların Çekmeköy Avrupa Koleji Türk Sanat Müziği Korosu’nun belli dönemlerde verdiği konserlere girmesini yasakladı, daha bir sürü hikaye. Benim asıl patladığım nokta, Çekmeköy Avrupa Koleji Türk Sanat Müziği Korosu’nun Tüzüğü açıklandığı an oldu. Tüzük’te ‘Çekmeköy Avrupa Koleji Türk Sanat Müziği Korosu üyeliğine Ses ve Bedensel Engelliler kabul edilemez’ ifadesiyle karşılaştım, dehşete düştüm.
“Anlattıkların içinde asıl önemli olan bu ifade. Eğer gerçekten böylesi bir ifade varsa Tüzük’te, bu hem insan haklarına aykırı hem de bedensel engellilere doğrudan ağır bir hakaret, gerisi “kadın günü” dedikodu malzemesi. Ben kalem oynattığım iki üç yerde gündeme taşıyacağım ve Çekmeköy’deki yerel idarecilere durumu aktaracağım” dedim. Bu cümleyi duyunca, hayal kırıklığıyla “işe yarar mı acaba?” diye sordu. “Sen nasıl bir işe yaramasını istiyorsun, amacın Mustafa Celil Doktoroğlu’nun ve Çekmeköy Avrupa Koleji’nin canını sıkmak ve yakmak mı, yoksa Bedensel Engellilere yapılan haksızlığın bir Eğitim kurumu tarafından yapılmış olduğunu gündeme getirmek mi?” “Elbette ikinci söylediğin” diye cevapladı.
“O halde yapmak istediğin, kişisel ve kurumsal alanı değil kamusal alanı ilgilendirdiği için, yolun çok açık, aklına koyduysan, git gidebildiğin kadar” 

Bir Gün Herkes Ak Parti'li Olacak, Bu Sevda Bitmez...

Mevcut Ak Parti Genel Başkanı’nın Cumhurbaşkanlığına adaylığı söz konusu olduğunda ve artık bazı Ak Parti’nin ağır toplarının gelecek seçimlerin ardından Partileri ile organik/fiili ilişkileri zaruretten kesildiğinde Ak Parti doğal bir yeniden şekillenme sürecine girecektir. Hatta bu yeniden şekillenme süreci Numan Kurtulmuş’un yuvaya dönüşü ve Süleyman Soylu’nun aslına rücu edişi ile başlamıştır bile. Yeni şekillenecek Ak Parti organizasyon yapısında; mevcut siyasal sistemde  kendisine bir yer edinmeye çalışan bazı eski bürokratlar, o güne dek arka planda kalmayı tercih eden bazı muhafazakar kanaat önderleri, bazı Ak Parti kurucuları, yer aldıkları siyasi partilerde istedikleri makamları elde edememiş bazı siyasetçiler, bazı mütedeyyin Sivil Toplum Örgütü temsilcileri, Ak Parti iktidarı ile zenginleşen bazı iş adamları, bazı medya patronları birer aktif aktör olarak karşımıza çıkacaktır. Bu heveslerin ve heveslilerin arzularının gerçekleşmesi elbette Partili Cumhurbaşkanlığı sisteminin başlaması ile doğru orantılı olacaktır. Eğer bu sisteme geçilirse Cumhurbaşkanlığı makamında olacak şahıs elbette Cumhurbaşkanlığı makamına gelene dek siyaset yaptığı Partiyi ve ideolojisini güçlendirecek hamleler yapmaktan kendisini alıkoymayacaktır. Hal böyle olursa; yeni Ak Parti yine, elbette bir sürpriz olmazsa, yeni Cumhurbaşkanının tercih edeceği isimlerle vücut bulacaktır. O halde, Numan Kurtulmuş ve Süleyman Soylu dışında mevcut Ak Parti Genel Başkanı ile ilişki kurma ve geliştirme hususlarında heves sahibi, pek çok yeni ileriye dönük “siyasi akıllı yatırımcılar” göreceğimiz kanaatindeyim.
Hatta Demokrat Parti’nin bu denli esamesinin okunmayışını, MHP ve BBP’nin Ak Parti politikalarından farklı bir politika geliştirme hususunda gayet isteksiz davranmalarını, kısaca sağ ve merkez sağda yer alan diğer siyasi partilerin hali hazırdaki tüm politikalarını; yakın gelecekteki yeni Ak Parti yapılanması ile açıklamanın gayet mümkün olduğuna inanıyorum.
Bu açıklamayı duygusal ya da yanlı bulanların aslında şu soruyu kendilerine sormaları ve duygusal değil mantıklı cevap vermeleri lazım: “Mevcut siyasi konjonktürde merkez sağda herhangi bir siyasi partiye ihtiyaç var mı?”
Bu soru bağlamda; AK Parti iktidarı bir sonuçtur. Merkez sağ siyaset hitap ettiği kitlenin arzularını siyaseten 1950’den 2000’e dek karşılamıştır. Siyaseten talebi karşılanmayan merkez sağ kitle mensubu kalmamıştır. Bu kitle siyaseten doyduktan sonra diğer bazı toplumsal ve ekonomik taleplerle sesini yükseltmeye başlamıştır. İşte bu noktada merkez sağda yer alan siyasi partiler bu merkez sağ kitlenin toplumsal ve ekonomik yeni taleplerini karşılamada yeni tarz bir siyaset geliştirmede güdük kaldı. İşte bu eski kitlenin bu yeni taleplerini karşılama vaadiyle yeni bir siyasi parti ortaya çıktı 2000’lerin başında. Bu yeni siyasi parti  hem muhafazakar hem yenilikçi olduğunu, toplumsal kesimleri kucaklayıcı olacağını, gücünü kurumlardan değil halktan alacağını ve belki de en önemlisi yeni bir imtiyazsız ekonomik sınıf yaratacağını ifade etti.
Siyasette ve toplumsal yaşamda güç boşluğuna yer yoktur, affedilmez, hemen doldurulur. Öyle de oldu; kurumlar arası çatışmalardan, banka hortumlamalarından, bir sınıfın haksız ve hadsiz bir biçimde devasa biçimde varsıllaşmasından, kötü ekonomik gidişten, “sen” “ben” “öteki” kavgasından, ötekileştirilmekten bıkmış halk düğmeye bastı, ampul yandı.        
Ak Parti iktidarı Türkiye’nin yaşaması gereken bir siyasal süreçti, yaşandı. Asıl düşündürücü olan bu denli uzun bir süre iktidarda kalan ve tam da bu nedenle hemen tüm siyasi cazibesini ve toplumsal karşılığını yitirmeye eninde sonunda yazgılı bir siyasi parti’nin bu uzun siyasi yolculuğu esnasında karşısına merkez sağda rakip bir siyasi parti yapılanması çıkmamış olmasıdır.     
Bu açıklamalardan sonra adımızı “AKP’nin hizmetlisi” olarak çıkarırlar. Bilmezler bir kez dahi oy vermediğimizi, ideolojisini paylaşmadığımızı ama yiğidi de hakkıyla gömmekten imtina ettiğimizi. Zaten sloganlarla, kalıplarla, şablonlarla, zihin zincirleriyle, ön yargılarla, ötekileştirmelerle, “bizden” “onlardan” bağırışmalarıyla bu siyasi ortama ulaşılmadı mı? Böylelerinden hiç hesap soran yok...         

27 Haziran 2012 Çarşamba

Son Suriye Krizi ve “El Yordamı” Yöntemi ile Şekillenen Türk Dış Politikası ve “Allah Bilir” Halimiz...

Dış politika bir sanattır. Bu sanatın nitelikli icrası icra makamındaki şahısın zekası, tecrübesi, kıvraklığı, mantığı, devlet adamlığı, öngörü kabiliyeti ile doğru orantılı olduğu ölçüde bir devletin, özellikle Türkiye gibi kritik öneme sahip devletlerin, strateji ve stratejik öngörü planlamaya ne ölçüde önem verdiğiyle de ilişkilidir. Uluslararası ilişkiler alanında etkin olabilmek, dış politikada ulusal çıkarları maksimize edebilmek ve ulusal güvenliği mevcut ve olası tehdit unsurlarından koruyabilmek için ileriye dönük hedeflerin tespit edilmesi ve bu hedeflere ulaşmak için de uygun stratejilerin geliştirilmesi gerekmektedir. Günü kurtarır nitelikteki planlar günümüzün teknoloji çağında ihtiyaçlara cevap verir nitelikten oldukça uzaktır. Gelecekte ortaya çıkması olası durumları gözönünde bulundurarak hazırlıklı olmak esastır. Stratejik öngörü ve stratejik öngörü planlama kavramları da işte tam bu noktada gerekmektedir. Hele Türkiye gibi hem coğrafi açıdan kritik bir konumdaysanız hem de kültürel açıdan kozmopolit bir özelliğe sahipseniz bu durumda dış politikada strateji, stratejik öngörü, stratejik öngörü planlama olmazsa olmazdır.
Stratejik öngörü ve stratejik öngörü planlama kavramları birbiriyle yakın ilişkili kavramlardır. Stratejik öngörü, yakın veya uzak dönemlerdeki önceden seçilmiş gelecek ortamlarını tasvir eden birer anlatı veya taslaktır. Geleceğe yansıtıldığında değişim hakkında yeni kavram ve fikirleri aklımıza getiren tanınabilir unsurlardan, yeni koşullardan ve yeni ilişkilerdeki durumlardan ibarettir. Gelecekteki ortamları tanımlar ve bu konuda bir anlayış kazandırır, bu sayede günümüzün planlayıcıları, politika yapıcıları veya karar vericilerine geleceği etkileyebilme olanağı sağlar. Alternatif stratejik eylem yollarının planlanabileceği ve savunma ve güvenlik politikalarının değerlendirilebileceği bir zemin hazırlarlar. Stratejik öngörü olası yakın geleceği veya uzak yarınları tahmin ederken, geçmişi ve bugünü incelemek zorundadırlar. Stratejik öngörünün temel amacı; askeri, siyasal ve ekonomik alanlarda geçmişte yaşanan olumsuzlukların yinelenmesini engellemek için geleceği bugünden görmek ve öngörü kabiliyetini geliştirmektir. Stratejik öngörü planlaması ise stratejik öngörü yaratmak için kullanılan bir tekniktir. Stratejik öngörü planlaması, geleceğe ilişkin yapısal, disiplinli bir düşünme yöntemidir. Stratejik öngörü planlaması, gelecekle ilgili sorulara cevap bulmaya çalışan ve karmaşıklığı azaltan etkin bir tekniktir. Bu teknik, değişimi önceden fark edebilmeyi kolaylaştırabilir, bu yolla esnekliği artırmış olur. Stratejik öngörü planlaması, elbette geleceği bildirmez, daha çok, karar vericilerin yargıda bulunmalarını teşvik eder. Düşünülmeyeni düşünebilme ve spekülasyon bu türden bir planlamada esastır. Geleceğe ilişkin olarak akla yakın hikayeler üretir, ‘geleceğin olasılıklar çerçevesinde görünüşü’nü verir.
Yakın ya da uzak yarınların stratejik öngörü geliştirme vasıtasıyla tahmin edilmesinin güvenlik politikaları, dış politika ve ulusal çıkarlar açısından bir devlete ne türden katkıda bulunacağına ilişkin tespitte büyük önemi bulunmaktadır.
Stratejik öngörü geliştirerek bir devlet gelecekte karşılaşabileceği olası tehlikelerin şiddetini, etki alanlarını ve yıkım gücünü bugünden görebilme avantajına ve gerekli önlemleri almak için yeterli imkan ve zamana sahip olabilir,
Kendi stratejik öngörülerini geliştiren devlet başka devletlerin kendi amaçları doğrultusunda geliştirdikleri stratejik öngörülerde bir ‘yönlendirilen unsur’ olmak yerine kendisi ‘yönlendirici unsur’ durumuna gelebilir. Böylece, yakın ya da uzak çevrede diğer güçlerin etkisiyle meydana gelen gelişmelerin olumsuz sonuçlarına katlanmak yerine bu gelişmeleri etkileyip kendi dış politik ve güvenlik çıkarları doğrultusunda şekillendirecektir,
Stratejik öngörü geliştirerek bir devlet bilinmez, sürprizlerle dolu, karmaşık ve tehditkar bir geleceğe sürüklenmek yerine; gelecekte karşılaşabileceği sürprizleri, karmaşayı ve olası tehditleri dengeleyebilecek planlı, programlı ve mantıklı bir tavır alır,
Uluslararası siyasal ortamda beklenmedik olumsuz gelişmelerle yüzleşen devletler, geleceğe ilişkin sistemli, uzun ömürlü ve kalıcı stratejik öngörüleri olmaksızın, sadece o anda ortaya çıkan beklenmedik olumsuz gelişmenin üstesinden gelebilecek anlık, kısa süreli ve plansız önlemler alabilirler. Güç, kaynak ve zaman israfından başkaca bir anlam taşımayan bu tür önlemler ise sağlıklı ve fayda sağlayan bir devlet politikası olarak nitelendirilemezler,
Yakın ya da uzak yarınları bugünden öngörebilmek anlamı taşıyan stratejik öngörü, geçmişte yaşanmış olayların etkinlik alanlarını ve etkilerini analiz ederek gelecekte geçmiştekine benzer olaylarla karşılaşıldığında bu olayların tahrip gücünü minimize edebilme imkanına sahip olunmasını sağlar, 
Bir devlette stratejik öngörü pratiğinin gelişmesi, dış politikayı ve uluslararası ilişkileri geçmişteki ilişkileri araştırmaktan ibaret kabul eden karar alıcıların geleceğe dönük olarak yaşamaya başlamalarını gerektirecektir. Bu radikal dönüşüm ise bir devletin dış politik ve uluslararası ilişkiler kültürünü geçmişe yapışık olmaktan kurtarıp geleceğe odaklı yeni bir kültüre dönüştürecektir. Bu yeni kültür; eskisine oranla daha işlevsel, mevcut potansiyeli kullanmaya ve geliştirmeye daha yatkın, geleceğe yönelik düşünmeye daha fazla önem veren dinamik bir tarz alacaktır.   
Kıbrıs Barış Harekati’ndan günümüze Irak’ta kafamıza geçirilen çuvallar, “Türkiye’ye bir kürt kedisi bile teslim etmeyiz” diyen Talabani, Mavi Marmara’da yiten canlar, Suriye’de uyarılmadan füzeyle vurulan pilotlar.
Dış politik arenada son dik duruşumuz 1974’te kaldığına göre tüm bu örnekler gösteriyor ki dış politikada bir şeyler ters gidiyor.    

1 Haziran 2012 Cuma

Köln'de "Kürt Diasporası" Toplantısı ya da Bir Türlü Öfkesi Dinmeyen Kürt Siyaseti

“Yahu Biz Yanlış Yaptık, En Başta Sarı Öküzü Vermeyecektik…” fıkrası hesabı,
İlk alıştırıldığımız “Kürt” kelimesi oldu,
Ardından “Kürtler”, “Kürt Sorunu”, “Kürt Meselesi”, “Kürt Siyaseti”, Güneydoğu Anadolu’da yaşayan kürt vatandaşlarımız”, “kürtçe kaset”, “kürtçe kursları”, “kürt dili”, “kürt halkı”, “kürtlerin hakları”, “kürtlere özerklik”, “kürdistan”, “kürdistan yerel yönetimi”, “kürdistan özerk bölgesi”, “kürdistan özerk yönetimi”, “öz kuvvetler”, “gerilla” ve daha niceleri. Hep yavaşça alıştı dilimiz, seneler içinde, ağır ağır. Her kabulleniş ve alışma, diğer kabullenişleri beraberinde getirdi. Önceleri sadece siyasi kürsülerden tartışılmaya başlandı, sonra halk arasında, daha sonra STK’lar tarafından, daha daha sonra ise kürtçülerin en uç kanadıyla Türkçülerin en uç kanatları toplantılarda usulca ve nezaketle tartışmaya koyuldu kürt sorununu. Medyadaki rantiyeci sözde Kürtseverler ise kabul alanımızın ve dolayısıyla “mezhebimizin” daha da genişlemesine çanak tuttular, karşılıksız bırakılmayan Kürtçülük çabaları neticesinde. Kürt siyasi partisi sayesinde Kürt meselesine bakışımız “XXXL mezhepli” kıvama geldi, Meclis kürsülerinden, miting mikrofonlarından  Türk hükümetlerine ve Türk Devleti’ne yöneltilen savunu kılıklı hakaretler tüm kanıksama refleksimizi otomatik hale getirdi adeta.
Ben de bu tartışmalara dostların teklifi ve ısrarıyla 2008 yılında müdahil oldum.  Ekopolitik bünyesinde, diyar diyar gezdik, Türk ve Kürtler arasında barış ve birlik tesis etmek, bu işi başaramazsak en azından kamuoyu nezdinde “iyimser bir kulak dolgunluğu” yaratmak hedefiyle. Kürtlerin kendi sorunlarını düzenlediğimiz geniş katılımlı, çok kesimli toplantılarda tartıştık. Sıkıntılarını, taleplerini, hedeflerini raporlar haline getirip, elimizin ulaştığı tüm kesimlere aktardık. Hırçınlıklarını hep acılarına, güvensizliklerini hep yaşadıklarına tahvil ettik, ön yargısız bir iyi niyetle.
Henüz ısınma turlarındayken anlatılan acılar karşısında kullanılan hırçın dili ve öfkeyi tuhaf karşılamıyordum. Diyarbakır Cezaevi’nde yaşanan acılara, sürgünlere, aşağılanmalara, inkar ve asimilasyon politikalarına, dillerinin yasaklanmasına, kimliklerinin yok sayılmasına, kültürlerinin hatta varlıklarının inkar edilmesine tahvil ediyordum. Moda tabirle “empati” kurmaya çalışıyordum bu öfke nöbetleri karşısında. Türk bayrağı karşısındaki tahammülsüzlüklerini, devleti, devletin her yansıyan gölgesi karşısındaki isyankar hallerini, kendilerinden saymadıkları toprağı ve vatanı yadsıyan duruşlarını; hep “neden” ve “acaba”larla gerekçelendirmeye, daha doğrusu kendi vicdanımda hep aklamaya  çalışıyordum. Katıldığım toplantıların sayısı arttıkça, şahit olduğum nefret cümlelerinin sayısı da arttıkça arttı. Her toplantıda adeta karşı tarafın sabrı sınanıyor, “bakalım bunu da kabullenecek mi bu Türk?” kıvamına getiriliyordu iş.  Her kabulleniş ve nezaket ise karşı tarafın limitleri biraz daha zorlamasıyla sonuçlanıyordu. Son kertede olay “Kürt Sorunu”ndan çıkmış “Kürt Özerk Bölgesi”ne dönüşmüştü.
Ekopolitik olarak Köln’de düzenlediğimiz "Türkiye'nin Büyük Çatısı: Avrupa-Almanya Durağı" başlıklı, 26-27 Mayıs 2012 tarihli toplantının Türkiye’de düzenlediğimiz diğer benzer temalı Kürt Sorunu toplantılarından farkı ise Kürt sorununu izah edenlerin Avrupa merkezli oluşu idi. Köln NH Mediapark'taki toplantıda, farklı kimlik gruplarına mensup Türkiye'den 16, Avrupa'dan ise 31 olmak üzere toplamda 46 katılımcı yer aldı. Toplantıda, Avrupa'da yaşayan Kürt kökenlilerin Türk hükümetlerinden beklentileri, özellikle Kürt Sorunu ve Avrupa'da bu sorun çerçevesindeki örgütlenmelerin Türkiye'deki çatışma ortamı ile olan etkileşimi gibi konular masaya yatırıldı.
Kürt siyasi kanadından pek çok yetkili (katılacaklarını bizzat dile getirmiş olmalarına rağmen) ve PKK’ya yakınlığı ile bilinen pek çok sivil kanaat önderi Demokratik (!) Kandil’den icazet alamamış olacaklar ki toplantıya katılamadı. PKK tarafından kara listeye alınmış olan diğerleri de Kandil’in hışmına uğramamak için yine toplantıya katılmadı. Yine de katılanlar katılamayanları hiç aratmadı: Yine acılar üzerine inşaa edilen öfkeli dil tercih edildi, yine Türk Devleti’ne sonu bir türlü gelmeyen suçlamalar yöneltildi, Türklere “faşist” ve “kafatasçı” denildi, “Türk askeri silah bırakmadan PKK şiddete son vermeyecek” vurgusu yapıldı, onca barış girişimine rağmen “hükümet asimilasyon politikalarına devam ediyor” denildi, “TRT 6 değil, ana dilde eğitim istiyoruz” denildi, “TSK bir an önce silah bıraksın, iş kötüye varacak” denildi, “Uludere’yi herhalde hükümet tezgahladı” denildi.   
Bunları dinlerken “ sen öyle durdun mu?” diyenlere : “En başta Sarı Öküzü vermeyecektik” diye hiç geçirmedim içimden, PKK severlerin, Öcalanseverlerin, Kürtçülerin, siyasi rantiyecilerin her hiddeti beni daha çok hiddetlendirse de. Acıların intikam duygusuyla yıkanmasına seyirci kalmayacağım, konuşmaksa konuşacağım, yazmaksa yazacağım ve şişik egoların her iki tarafa da zarar vermeyi sürdüreceğini anlatmaya devam edeceğim.
Beyler; çocuğu ölen Kürt ana Kürtçe ağlamıyor, çocuğunu şehit veren Türk ananın Türkçe ağlamadığı gibi…