27 Haziran 2012 Çarşamba

Son Suriye Krizi ve “El Yordamı” Yöntemi ile Şekillenen Türk Dış Politikası ve “Allah Bilir” Halimiz...

Dış politika bir sanattır. Bu sanatın nitelikli icrası icra makamındaki şahısın zekası, tecrübesi, kıvraklığı, mantığı, devlet adamlığı, öngörü kabiliyeti ile doğru orantılı olduğu ölçüde bir devletin, özellikle Türkiye gibi kritik öneme sahip devletlerin, strateji ve stratejik öngörü planlamaya ne ölçüde önem verdiğiyle de ilişkilidir. Uluslararası ilişkiler alanında etkin olabilmek, dış politikada ulusal çıkarları maksimize edebilmek ve ulusal güvenliği mevcut ve olası tehdit unsurlarından koruyabilmek için ileriye dönük hedeflerin tespit edilmesi ve bu hedeflere ulaşmak için de uygun stratejilerin geliştirilmesi gerekmektedir. Günü kurtarır nitelikteki planlar günümüzün teknoloji çağında ihtiyaçlara cevap verir nitelikten oldukça uzaktır. Gelecekte ortaya çıkması olası durumları gözönünde bulundurarak hazırlıklı olmak esastır. Stratejik öngörü ve stratejik öngörü planlama kavramları da işte tam bu noktada gerekmektedir. Hele Türkiye gibi hem coğrafi açıdan kritik bir konumdaysanız hem de kültürel açıdan kozmopolit bir özelliğe sahipseniz bu durumda dış politikada strateji, stratejik öngörü, stratejik öngörü planlama olmazsa olmazdır.
Stratejik öngörü ve stratejik öngörü planlama kavramları birbiriyle yakın ilişkili kavramlardır. Stratejik öngörü, yakın veya uzak dönemlerdeki önceden seçilmiş gelecek ortamlarını tasvir eden birer anlatı veya taslaktır. Geleceğe yansıtıldığında değişim hakkında yeni kavram ve fikirleri aklımıza getiren tanınabilir unsurlardan, yeni koşullardan ve yeni ilişkilerdeki durumlardan ibarettir. Gelecekteki ortamları tanımlar ve bu konuda bir anlayış kazandırır, bu sayede günümüzün planlayıcıları, politika yapıcıları veya karar vericilerine geleceği etkileyebilme olanağı sağlar. Alternatif stratejik eylem yollarının planlanabileceği ve savunma ve güvenlik politikalarının değerlendirilebileceği bir zemin hazırlarlar. Stratejik öngörü olası yakın geleceği veya uzak yarınları tahmin ederken, geçmişi ve bugünü incelemek zorundadırlar. Stratejik öngörünün temel amacı; askeri, siyasal ve ekonomik alanlarda geçmişte yaşanan olumsuzlukların yinelenmesini engellemek için geleceği bugünden görmek ve öngörü kabiliyetini geliştirmektir. Stratejik öngörü planlaması ise stratejik öngörü yaratmak için kullanılan bir tekniktir. Stratejik öngörü planlaması, geleceğe ilişkin yapısal, disiplinli bir düşünme yöntemidir. Stratejik öngörü planlaması, gelecekle ilgili sorulara cevap bulmaya çalışan ve karmaşıklığı azaltan etkin bir tekniktir. Bu teknik, değişimi önceden fark edebilmeyi kolaylaştırabilir, bu yolla esnekliği artırmış olur. Stratejik öngörü planlaması, elbette geleceği bildirmez, daha çok, karar vericilerin yargıda bulunmalarını teşvik eder. Düşünülmeyeni düşünebilme ve spekülasyon bu türden bir planlamada esastır. Geleceğe ilişkin olarak akla yakın hikayeler üretir, ‘geleceğin olasılıklar çerçevesinde görünüşü’nü verir.
Yakın ya da uzak yarınların stratejik öngörü geliştirme vasıtasıyla tahmin edilmesinin güvenlik politikaları, dış politika ve ulusal çıkarlar açısından bir devlete ne türden katkıda bulunacağına ilişkin tespitte büyük önemi bulunmaktadır.
Stratejik öngörü geliştirerek bir devlet gelecekte karşılaşabileceği olası tehlikelerin şiddetini, etki alanlarını ve yıkım gücünü bugünden görebilme avantajına ve gerekli önlemleri almak için yeterli imkan ve zamana sahip olabilir,
Kendi stratejik öngörülerini geliştiren devlet başka devletlerin kendi amaçları doğrultusunda geliştirdikleri stratejik öngörülerde bir ‘yönlendirilen unsur’ olmak yerine kendisi ‘yönlendirici unsur’ durumuna gelebilir. Böylece, yakın ya da uzak çevrede diğer güçlerin etkisiyle meydana gelen gelişmelerin olumsuz sonuçlarına katlanmak yerine bu gelişmeleri etkileyip kendi dış politik ve güvenlik çıkarları doğrultusunda şekillendirecektir,
Stratejik öngörü geliştirerek bir devlet bilinmez, sürprizlerle dolu, karmaşık ve tehditkar bir geleceğe sürüklenmek yerine; gelecekte karşılaşabileceği sürprizleri, karmaşayı ve olası tehditleri dengeleyebilecek planlı, programlı ve mantıklı bir tavır alır,
Uluslararası siyasal ortamda beklenmedik olumsuz gelişmelerle yüzleşen devletler, geleceğe ilişkin sistemli, uzun ömürlü ve kalıcı stratejik öngörüleri olmaksızın, sadece o anda ortaya çıkan beklenmedik olumsuz gelişmenin üstesinden gelebilecek anlık, kısa süreli ve plansız önlemler alabilirler. Güç, kaynak ve zaman israfından başkaca bir anlam taşımayan bu tür önlemler ise sağlıklı ve fayda sağlayan bir devlet politikası olarak nitelendirilemezler,
Yakın ya da uzak yarınları bugünden öngörebilmek anlamı taşıyan stratejik öngörü, geçmişte yaşanmış olayların etkinlik alanlarını ve etkilerini analiz ederek gelecekte geçmiştekine benzer olaylarla karşılaşıldığında bu olayların tahrip gücünü minimize edebilme imkanına sahip olunmasını sağlar, 
Bir devlette stratejik öngörü pratiğinin gelişmesi, dış politikayı ve uluslararası ilişkileri geçmişteki ilişkileri araştırmaktan ibaret kabul eden karar alıcıların geleceğe dönük olarak yaşamaya başlamalarını gerektirecektir. Bu radikal dönüşüm ise bir devletin dış politik ve uluslararası ilişkiler kültürünü geçmişe yapışık olmaktan kurtarıp geleceğe odaklı yeni bir kültüre dönüştürecektir. Bu yeni kültür; eskisine oranla daha işlevsel, mevcut potansiyeli kullanmaya ve geliştirmeye daha yatkın, geleceğe yönelik düşünmeye daha fazla önem veren dinamik bir tarz alacaktır.   
Kıbrıs Barış Harekati’ndan günümüze Irak’ta kafamıza geçirilen çuvallar, “Türkiye’ye bir kürt kedisi bile teslim etmeyiz” diyen Talabani, Mavi Marmara’da yiten canlar, Suriye’de uyarılmadan füzeyle vurulan pilotlar.
Dış politik arenada son dik duruşumuz 1974’te kaldığına göre tüm bu örnekler gösteriyor ki dış politikada bir şeyler ters gidiyor.    

1 Haziran 2012 Cuma

Köln'de "Kürt Diasporası" Toplantısı ya da Bir Türlü Öfkesi Dinmeyen Kürt Siyaseti

“Yahu Biz Yanlış Yaptık, En Başta Sarı Öküzü Vermeyecektik…” fıkrası hesabı,
İlk alıştırıldığımız “Kürt” kelimesi oldu,
Ardından “Kürtler”, “Kürt Sorunu”, “Kürt Meselesi”, “Kürt Siyaseti”, Güneydoğu Anadolu’da yaşayan kürt vatandaşlarımız”, “kürtçe kaset”, “kürtçe kursları”, “kürt dili”, “kürt halkı”, “kürtlerin hakları”, “kürtlere özerklik”, “kürdistan”, “kürdistan yerel yönetimi”, “kürdistan özerk bölgesi”, “kürdistan özerk yönetimi”, “öz kuvvetler”, “gerilla” ve daha niceleri. Hep yavaşça alıştı dilimiz, seneler içinde, ağır ağır. Her kabulleniş ve alışma, diğer kabullenişleri beraberinde getirdi. Önceleri sadece siyasi kürsülerden tartışılmaya başlandı, sonra halk arasında, daha sonra STK’lar tarafından, daha daha sonra ise kürtçülerin en uç kanadıyla Türkçülerin en uç kanatları toplantılarda usulca ve nezaketle tartışmaya koyuldu kürt sorununu. Medyadaki rantiyeci sözde Kürtseverler ise kabul alanımızın ve dolayısıyla “mezhebimizin” daha da genişlemesine çanak tuttular, karşılıksız bırakılmayan Kürtçülük çabaları neticesinde. Kürt siyasi partisi sayesinde Kürt meselesine bakışımız “XXXL mezhepli” kıvama geldi, Meclis kürsülerinden, miting mikrofonlarından  Türk hükümetlerine ve Türk Devleti’ne yöneltilen savunu kılıklı hakaretler tüm kanıksama refleksimizi otomatik hale getirdi adeta.
Ben de bu tartışmalara dostların teklifi ve ısrarıyla 2008 yılında müdahil oldum.  Ekopolitik bünyesinde, diyar diyar gezdik, Türk ve Kürtler arasında barış ve birlik tesis etmek, bu işi başaramazsak en azından kamuoyu nezdinde “iyimser bir kulak dolgunluğu” yaratmak hedefiyle. Kürtlerin kendi sorunlarını düzenlediğimiz geniş katılımlı, çok kesimli toplantılarda tartıştık. Sıkıntılarını, taleplerini, hedeflerini raporlar haline getirip, elimizin ulaştığı tüm kesimlere aktardık. Hırçınlıklarını hep acılarına, güvensizliklerini hep yaşadıklarına tahvil ettik, ön yargısız bir iyi niyetle.
Henüz ısınma turlarındayken anlatılan acılar karşısında kullanılan hırçın dili ve öfkeyi tuhaf karşılamıyordum. Diyarbakır Cezaevi’nde yaşanan acılara, sürgünlere, aşağılanmalara, inkar ve asimilasyon politikalarına, dillerinin yasaklanmasına, kimliklerinin yok sayılmasına, kültürlerinin hatta varlıklarının inkar edilmesine tahvil ediyordum. Moda tabirle “empati” kurmaya çalışıyordum bu öfke nöbetleri karşısında. Türk bayrağı karşısındaki tahammülsüzlüklerini, devleti, devletin her yansıyan gölgesi karşısındaki isyankar hallerini, kendilerinden saymadıkları toprağı ve vatanı yadsıyan duruşlarını; hep “neden” ve “acaba”larla gerekçelendirmeye, daha doğrusu kendi vicdanımda hep aklamaya  çalışıyordum. Katıldığım toplantıların sayısı arttıkça, şahit olduğum nefret cümlelerinin sayısı da arttıkça arttı. Her toplantıda adeta karşı tarafın sabrı sınanıyor, “bakalım bunu da kabullenecek mi bu Türk?” kıvamına getiriliyordu iş.  Her kabulleniş ve nezaket ise karşı tarafın limitleri biraz daha zorlamasıyla sonuçlanıyordu. Son kertede olay “Kürt Sorunu”ndan çıkmış “Kürt Özerk Bölgesi”ne dönüşmüştü.
Ekopolitik olarak Köln’de düzenlediğimiz "Türkiye'nin Büyük Çatısı: Avrupa-Almanya Durağı" başlıklı, 26-27 Mayıs 2012 tarihli toplantının Türkiye’de düzenlediğimiz diğer benzer temalı Kürt Sorunu toplantılarından farkı ise Kürt sorununu izah edenlerin Avrupa merkezli oluşu idi. Köln NH Mediapark'taki toplantıda, farklı kimlik gruplarına mensup Türkiye'den 16, Avrupa'dan ise 31 olmak üzere toplamda 46 katılımcı yer aldı. Toplantıda, Avrupa'da yaşayan Kürt kökenlilerin Türk hükümetlerinden beklentileri, özellikle Kürt Sorunu ve Avrupa'da bu sorun çerçevesindeki örgütlenmelerin Türkiye'deki çatışma ortamı ile olan etkileşimi gibi konular masaya yatırıldı.
Kürt siyasi kanadından pek çok yetkili (katılacaklarını bizzat dile getirmiş olmalarına rağmen) ve PKK’ya yakınlığı ile bilinen pek çok sivil kanaat önderi Demokratik (!) Kandil’den icazet alamamış olacaklar ki toplantıya katılamadı. PKK tarafından kara listeye alınmış olan diğerleri de Kandil’in hışmına uğramamak için yine toplantıya katılmadı. Yine de katılanlar katılamayanları hiç aratmadı: Yine acılar üzerine inşaa edilen öfkeli dil tercih edildi, yine Türk Devleti’ne sonu bir türlü gelmeyen suçlamalar yöneltildi, Türklere “faşist” ve “kafatasçı” denildi, “Türk askeri silah bırakmadan PKK şiddete son vermeyecek” vurgusu yapıldı, onca barış girişimine rağmen “hükümet asimilasyon politikalarına devam ediyor” denildi, “TRT 6 değil, ana dilde eğitim istiyoruz” denildi, “TSK bir an önce silah bıraksın, iş kötüye varacak” denildi, “Uludere’yi herhalde hükümet tezgahladı” denildi.   
Bunları dinlerken “ sen öyle durdun mu?” diyenlere : “En başta Sarı Öküzü vermeyecektik” diye hiç geçirmedim içimden, PKK severlerin, Öcalanseverlerin, Kürtçülerin, siyasi rantiyecilerin her hiddeti beni daha çok hiddetlendirse de. Acıların intikam duygusuyla yıkanmasına seyirci kalmayacağım, konuşmaksa konuşacağım, yazmaksa yazacağım ve şişik egoların her iki tarafa da zarar vermeyi sürdüreceğini anlatmaya devam edeceğim.
Beyler; çocuğu ölen Kürt ana Kürtçe ağlamıyor, çocuğunu şehit veren Türk ananın Türkçe ağlamadığı gibi…