23 Kasim'da
Öğretmenler Günü vesilesiyle bir konuşma yapmak üzere kurumsal kimliğine ve
sosyal hedeflerine içtenlikle saygı duyduğum Türk Kadınlar Birliği'nin Kadıkoy
Şubesi tarafından davet edildim. Beğenilmek, tercih edilmek fevkalade güzel ve
özeldir. Ancak, ben yine kimseleri memnun edemedim, yine hiç bir yere ait
olamadım, yine işitilmek isteneni söylemediğim için dinlenmek istenmedim, yine
"şuncu buncu" dediler, yine etiketlendim yine ötekisi olarak
bellendim. Benim de kaderim bu demek, kimselere yar olamamak, hiç bir yere ait
olamamak, hep yalnız ve sadece vicdanımla baş başa yaşamak.
Gayet özenle
hazırlanmış etkinlik esnasında ögretmenlerin sorunlarından bahsederken barınma
problemine değindim ve askerler ve bürokratlar ile öğretmeni bu başlık altında
kıyaslamak istedim ve dedim ki "üst düzey asker ve bürokratlar bir
şehirden diğerine taşınırken bir birlik/bir kurum seferber olup, gidecekleri
yerlerdeki lojmanları donatılırken, ceplerinden taşınmak için tek kuruş
cıkmazken, eşyaya 1 kuruş para vermezken, eşleri taşınma-yerleşme eziyeti
yaşamazken, garip bir öğretmenin tayini dogu'ya çıktığında üç kuruş maaşının
yarısını tek göz odaya verip yasamını idame ettirmeye calışır". Eğitimin
ve öğretmen kalitesinin temeli saydığım köy enstitülerinin kapatılmasından
bahsederken de dedim ki "CHP'nin bu konuda vebali büyük, köy enstitülerini
kapatmasaydı şimdi bizlerin evlatları nitelikli eğitimcilerin yetiştirdiği
parlak nesiller olacaktı, bundan mahrum bırakıldık. “Hiç bir şey olamazsan
öğretmen ol deyişinin nasıl içimi yaktığından bahsederken ise "keşke
öğretmenlerimiz bu deyişe maruz bırakılmasaydı" açıklamasını getirdim. Sen
misin bunları diyen. Ne Ak Partililiğimiz kaldı ne asker düşmanlığımız ne de
CHP karşıtlığımız.
Doğrudur, hata
bende, nabza göre şerbet vermeliydim. Herkeslerin yaptığı gibi salonun havasını
şöyle bir koklamalıydım, yaka rozetlerine, takılan fularlar üstündeki
sembollere, saçlara, kıyafetlere iyice bakmalıydım, hatta bir Üniversite’deki
panelden önce panelistlerden birinin yapacağı konuşmanın kıvamını
ayarlayabilmek için konuşması öncesinde dinleyicilerden birine "içeride
çoğunlukla bizim yurtseverler mi var?" (pkk severleri kastederek) diye
sorduğu gibi ben de bu paneli düzenleyenlere böylesi bir soru yöneltmeliydim ve
ortama göre ortalama bir konuşma yapmalıydım. İşte gelsin ondan sonra alkış
kıyamet, "işte bu da bizden, helal olsun" dayanışması, sonra ardı
arkası kesilmesin o gruplardan gelecek konuşma davetleri.
Ben bu “yanasmaları”
öyle iyi bilirim ki. Bir çevreye girip, sık aranılan mı olmak istiyorsun, ver
ortama göre hiç katılmadığın hiç inanmadığın o kıvamdaki ortam coşkusunu sonra
ver elini bin bir tv programları, il il
nutuklar, gazetelerde yazarlıklar, tv'lerde danışmanlıklar, üniversitelerde
dersler, yurt dışı “akil adam” gezileri.
Hele başını sokmayı
başardığın ortam maddi açıdan güçlü ve manevi açıdan da etkin bir ortamsa,
Allah, yürü ya kulum. Bakan danışmanlıkları, iktidar partisi myk'lığı, üniversite
rektörlüğü, bin bir yerde yönetim kurulu üyelikleri, daha neler neler.
Sonra çıkarmaya
başlarsın maddi- manevi başarının tadını ta ki onlardan olmadığın için senin
konusmalarını duymak istemeyen, onlardan olmadığın için senin danışmanlıklarını
beğenmeyen, onlardan olmadığın için senin rektörlüğünü başarısız bulan ve yine
onlardan olmadığın için yönetim kurulu uyeliğini sana "fazla" bulan
yeni muktedirler iktidar sahibi olana dek.
Sonra sen gidersin
diğer “yanaşmalar” gelir. Nitelik, bilgi, ahlak, erdem, namus, vicdan falan
hikaye, yeter ki yamanmak istediğin merkezin iyi “goygoycusu” ol.
Yasam tam da bu değil
mi? Yalakalarla-onurlular, slogancılarla-bilgeler, "mış" gibi
yapanlarla-gerçekten iş yapanlar, soytarılarla-asiller.
Yaradan'a defalarca
hamd olsun ki pek cok sevmeyenim, söylediğimi pek cok duymak istemeyenim, hiç
bir ünvan ve makam vaad edemeyenim var.
Sonra ben senin
adını dağlara denizlere nasıl yazmak istemem “Hey Özgürlük”...