10 Aralık 2012 Pazartesi

Türk-Amerikan İlişkileri ve Türkiye'nin Ödediği Bedel


Türkiye ve ABD’nin yakın müttefik olduğu dönemleri dikkatle incelediğimizde, ABD desteğinden yararlanmak amacıyla Türkiye’nin pek çok kez zarar gördüğü ve bazı dezavantajlar yaşadığı anlaşılacaktır. Türkiye’nin ABD ile yakın ilişkilerinden kaynaklanmış olan bu zarar ve dezavantajları açıklamak üzere şu somut örnekler verilebilir:
İlk olarak, Türkiye ABD’nin politikaları gereği Orta Doğu Arap devletlerinden uzaklaşmış, ABD ve Batı ile ilişkilerini yoğunlaştırırken Arap karşıtı politikalar geliştirmiştir. Bu nedenle, bu durum hem Arap’ların Türkiye’ye karşı besledikleri nefreti artırmış, hem de Orta Doğu devletlerinin, Türkiye’nin şiddetle ihtiyaç duyduğu zamanlarda faydalanabileceği siyasal ve ekonomik desteği çekmelerine yol açmıştır. İkinci olarak, zaman zaman Türk yetkililer, Türkiye’nin ABD’ye bağımlı oluşunun ve bu devlete yönelik aşırı müsamahakar tutumunun iç politikada yol açtığı karmaşayı çözmek zorunda kalmışlardır. 1960’ların sonunda beliren ve 1970’lerde şiddetlenen Anti-Amerikancılık, Türkiye’de sağcı ve solcu kesimi kışkırtan ve iç politik düzeni istikrarsızlaştıran unsurlardan biri olmuştur. Üçüncü olarak, Türkiye, güvenlik ve ekonomik ihtiyaçlarını abartarak ve Mustafa Kemal Atatürk’ün Batılılaşma ve ekonomik gelişmeyle ilgili hedeflerini yanlış anlamlandırarak bu ilişkileri bağımlılığa dönüştürmüştür. ABD’ye olan bu bağımlılık, Türkiye’yi, coğrafi olarak yer aldığı bölgelere ilişkin özgün dış politika stratejileri geliştirmekten, çok yönlü dış politika modeli benimsemekten ve dış politika gündemini çeşitlendirmekten alıkoymuştur. Bu durum, aynı zamanda Türkiye’nin uluslararası siyasal arenada yalnız kalması sonucunu da doğurmuştur. Türkiye, özellikle ABD’yle ilişkilerinin bozulduğu zamanlarda başka devletlerin siyasal ve ekonomik desteğine ihtiyaç duymuş, ancak umduğunu bulamamıştır. Dördüncü olarak, II. Dünya Savaşı’ndan sonra sadece ABD’yle işbirliğinde ısrarlı oluşu, ABD’nin büyük askeri ve ekonomik gücü karşısında kendi ekonomik ve askeri gücünü geliştirme hususunda Türkiye’yi aciz bırakmıştır. Bu nedenle Türkiye, bölgedeki devletlerle işbirliği geliştirememiş ve bölgesel bir güç olma fırsatını kaçırmıştır. Beşinci olarak, Türkiye, ikinci Irak Harekatı başlamadan önce Kuzey Irak konusunda “kırmızı çizgileri’nin olduğunu açıklamış ve bir Kürt devleti oldu bittisine karşı bu kırmızı çizgilerin aşılmaması gerektiğini duyurmuştu. TBMM’de 1 Mart Tezkeresi’nin reddinden sonra Türkiye beklenen desteği ABD’ye vermeyince, bu karar Kürt gruplarınca bölgede nüfuz sağlama amacıyla kullanıldı. Böylece Kürt gruplar için Irak bir cephe haline geldi ve Kürtler bölgedeki Türkmenlere karşı da şiddetli baskı uygulamaya başladılar. Sonuçta Türkiye Kuzey Irak politikası çerçevesinde attığı adımların karşısında her seferinde ABD ile Kürtleri buldu ve Türkiye Irak’ın yeniden oluşumunda devre dışı bırakılmaya çalışılınca, Türkiye ve Kürt gruplar arasında adeta bir soğuk savaş yaşanmaya başladı. Daha da ötesi Türkiye’nin kırmızı çizgilerini ilan etmesine rağmen bir Federe Kürt Devleti kurulması için yapılan girişimler Kürtlerin lehine sonuçlandı. Yeni Irak yönetiminin oluşturulması ve Federe Kürt Devletinin kurulması sürecinde ABD’nin Türkiye’ye söz hakkı tanımaması, bir bakıma 1 Mart Tezkeresi sonrası yaşanan hayal kırıklığı nedeniyle Türkiye’yi “cezalandırma” olarak nitelendirilebilir. 2003 Irak Harekatı sonrasında Irak, geçmişte Saddam rejimi döneminde yarattığı tehdidin aksine zayıflığından kaynaklanan bir tehdit unsuru haline geldi. Türkiye’nin ABD ile yakın ilişkilerinden kaynaklanmış olan zarar ve dezavantajlara son bir örnek olarak, Arap Baharı sonrasında Suriye özelinde yaşanan gelişmeler verilebilir. Amerikan yönetiminin Suriye’nin geleceğine ilişkin plan ve uygulamalarına Türk dışişleri o denli yoğun bir destek vermektedir ki “Esad”lı ya da “Esad”sız bir Suriye her hal ve şart altında Türkiye için hem Orta Doğu genelinde hem de Suriye ve İran özelinde büyük sorun yaratacaktır.  
Türkiye’nin maruz kaldığı tüm bu dezavantajlara rağmen Türk dış politikası, ’kahvenizi sütlü mü alırdınız sütsüz mü?’ gibi, Türkiye’nin dış politikası ABD’li mi olacak ABD’siz mi?’ şeklinde ele alınamayacak bir kıvama gelmiştir. Türk dış politikasının parametreleri öyledir ki kader sanki Türkiye’yi kahveyi hep sütlü içmeye zorunlu kılmıştır, özellikle de Avrupalı dostlarımızın bilinen stratejik tuhaflıkları, Orta Doğu’nun çözülemez karmaşası ve Rusya’nın gelecekteki belirsizlikleri söz konusu olduğunda.

1 Aralık 2012 Cumartesi

Filistin Devlet Oldu, Peki Ya Sonrası...


Gamze Güngörmüş Kona
Filistin Devlet Oldu, Peki Ya Sonrası…
Filistin'in Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu'nda 138 ülkenin oyuyla "üye olmayan gözlemci devlet" statüsüyle tanınmasının hemen ardından özellikle Türkiye’deki müslüman kalem erbabları geç gelen ancak tam Bayram sayılabilecek mi henüz net bilinmeyen başarıyı kutlamaya başladılar. Tahminim 40 gün 40 gece sürecektir. Kişisel olarak ben de ziyadesiyle sevindim. Sevinme gerekçelerimiz ve sevinçlerimizin yar olması gereken mecralar farklı da olsa ortak bir noktada buluşmuş olabilmemiz aynen Filistin’in “üye olmayan gözlemci devlet” olarak tanınması denli ümit vericidir.
Yazı kapsamında Filistin’in BM Genel Kurulu’nda devlet olarak tanınmasının duygusallıktan ve ideolojiden uzak bir biçimde, uluslararası ilişkiler bağlamında ne ifade ettiğini açıklamaya çalışacağım :
Filistin’in devlet olarak tanınmasının BM bağlamında ifadesi:
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından düzen kuruculuğa soyunan ve bu düzeni de uluslararası barış ve adalet ilkesi üzerine yapılandırmak yerine kendi ulusal ve bölgesel menfaatleri üzerine inşaa eden büyükler BM gibi bir büyük uluslararası örgütü de yine kendi çıkarları için kullanmayı ihmal etmemişlerdir. Genel Kurul’da ezici çoğunlukla kabul eden bir kararın “sistem düzenleyici büyüklerder”den oluşan Güvenlik Konseyi’nde bir oyla dahihi red edilmesi, BM nezdinde adalet mekanizmasının ne denle sorgulanabilir olduğunun net bir ifadesi olagelmiştir.
Filistin’in devlet olarak tanınmasının Türkiye bağlamında ifadesi:
Türkiye Mavi Marmara ardından İsrail devletiyle ilişkilerini tümüyle kopardıktan sonra Filistin meselesine daha bir ağırlık vermiştir. Filistin sorunu kapsamında hem BM hem de ABD nezdinde Filistin davası yanında, İsrail mezalimi karşısında olduğunu somutlaştıran resmi hamleler gerçekleştirmiştir. BM Genel Kurulu’nda Türkiye’yi temsilen yapılan Filistin destek konuşması, Genel Kurul’daki oylama ardından Başbakan’ın ve Dışişleri Bakanı’nın Filistin’i ilk kutlayan olmaları Türk devletinin bu davayı kendi ulusal davası olarak değerlendirdiinin net ifadesi olmuştur. Filistin lehine ve İsrail aleyhine hiçbir çabayı esirgemeyen Türkiye’nin Filistin’in devlet olarak tanınmasının ardından sorumluluğu bir kat daha artmıştır. Tahminlerim beni yanıltmayacak ise Filistin Türkiye için ikinci bir Kıbrıs olacaktır. Bu gelişme; Türkiye’nin Orta Doğu’da güçlenmesini sağlayacağı ölçüde ciddi sorunlara da gebe bırakacaktır, hazırlıklı olmakta fayda var.
Filistin’in devlet olarak tanınmasının Orta Doğu bağlamında ifadesi:
İsrail aleyhine çıkan bu karar artık Orta Doğu’da İsrail’in en azından Filistin meselesi kapsamında istediği gibi davranamayacağını işaret etmiştir. İlk etapta Filistin meselesi karşısında kendisine bir parça da olsa çekidüzen vermek zorunda kalacak olan İsrail daha sonraki aşamalarda Orta Doğu denkleminde baş “düzen kurucu” olma özelliğini zaman içinde yitirmeye başlayacaktır. Tabii bunlar temenni, bu temenninin gerçekleşebilmesi iki temel unsura dayanmaktadır: Öncelikle Obama’nın aynen seçim öncesi söylemlerini devam ettirmesi gerekmektedir. Yani, seçimlerden önce İsrail’in saldırılarını durdurması gerektiğini, 1967 işgalinden önceki sınırlarına çekilmesi gerektiğini, Kudüs’ün hem İsrail hem de Filistin’in ortak başkenti olması gerektiğini ve İsrail’in yeni yerleşim yerleri oluşturmaması gerektiğini ifade eden ve tam da bu nedenle Netenyahu’nun Romney’i desteklemesine neden olan Obama’nın tavizsiz bir biçimde bu tavrını sürdürmesi olmazsa olmaz’dır. İkinci olarak ise Erdoğan hükümetinin İsrail tavrını sürdürmesi ve bu konuda istikrarlı olması gerekmektedir. Diğer bir deyişle, İsrail politikası bir iç politik girdi ya da bir uluslararası girdi neticesinde dönemsel davranış değiştirmemelidir.  
Filistin’in devlet olarak tanınmasının ABD bağlamında ifadesi:
Görünen o ki ABD yapmış olduğu son Orta Doğu düzenlemeleri çerçevesinde yakın gelecekte Orta Doğu’ya daha fazla mesai harcamak zorunda kalacaktır. Son bir yıl içinde Orta Doğu ve Orta Doğu bölgesini etkileme kapasitesine sahip diğer yakın bölgelerde beliren sancılı rejim değişiklikleri ve Suriye meselesi ABD’nin bu iki meseleye daha fazla konsantre olmasını gerektirmektedir. Bu nedenle, Orta Doğu genelinde ABD için bir ek sorun daha çıkmamalı hatta mevcut bölgesel sorunlar bir şekilde çözüme ulaştırılmalıdır. ABD, İsrail-Filistin sorununa da bu gözle bakmaktadır. İsrail’in dizginlenmesi, Filistin’in nefes almaya başlaması, bu sorun bağlamında yeni güç dengesinin kurulması ABD’nin işine yaramaktadır. İsrail şımarık çocuk olmaya devam ettiği sürece sorun büyüyecek ve ABD’nin Suriye’ye ayırması gereken zamanı çalar hale gelecektir. Oysa, şimdilerde ABD’nin yeni bir oyuncağı vardır, Suriye. O’nu maymunu yapabilmek için yeni ittifaklar, güç dengeleri ve şımartılması gerekenler vardır. İsrail nasıl olsa yeterince şımartılmıştır.
Tüm bunlar birer olası gelecek görüntüsü. Her olumlu ya da olumsuz gelecek ortamına hazır olmayı başarmak ise öngörü sahibi, dış politika yapım sürecinde strateji modelleme ve senaryo planlama gibi iki unsura kıymet veren akıllı dış poitika yapıcılarının hüneri olacaktır.